Nisan ayında “Altıncı duyu: şiir” başlıklı bir yazı yazmıştım1. Sonrasında doğal olarak aklıma diğer beş duyu geldi, her birine yönelik kitapları okumak/yazmak iyi olacaktı… Aslına bakılırsa kitap okuma salt bir duyuya yönelik değildir; kitaba ve okura göre değişen, farklı ağırlıkta, çeşitli duyular işin içine girer. Nietzsche’nin, sanatın gelişiminin Apollon ve Dionysos ikiliğine bağlı olduğunu söylerken biraz da bu noktaya açıklık getirdiği düşünülebilir. Ona göre ölçüyü, şekli ve düzeni temsil eden Apollon ile coşkuyu, kendinden geçmeyi ve yaratma arzusunu temsil eden Dionysos arasındaki diyalektik ilişki sanatı oluştururken ister istemez tüm duyular işin içine girer. Ama dedim ya, sorun ağırlık sorunu, bazı duyuların daha ağır bastığı kitaplar var:
Tat alma: Deneysel Bir Arkeoloji Çalışması Olarak Hitit Mutfağı, Asuman Albayrak, Ülkü M. Solak ve Ahmet Uhri’nin ortaklaşa hazırladığı değişik bir çalışma. Kitap dünyanın en eski yemek tariflerini (3500 yıllık) içeriyor. Elbette Hitit tabletlerinde bugünkü anlamda bir yemek tarifi bulunmamakta ama bu demek değildir ki ne yedikleri hakkında yazılı bilgi bırakmadılar. İşte bu bilgilere, çevre köylerden toplanan etno-arkeolojik veriler ve güncel gastronomi bilgileri eklenince “deneysel arkeoloji” denilen yöntem ve bununla birlikte tarifler ortaya çıkıyor.
Kitabı okurken lezzeti hissedebilmek için biz “parapri ekmeği” yaptık, daha doğrusu Semiha yaptı. Parapri, “midede gaz toplanmasına neden olan fasulyeden yapılmış bir ekmek çeşidi” olarak tanımlanıyor. Malzemeler: 1 kg tam buğday unu
250 gr doğal maya
250 gr haşlanmış ve ezilmiş kuru fasulye
15 gr tuz
200 ml kuru fasulyenin haşlama suyu.
Hazırlanması: Tüm malzemeler karıştırılıp, hamur haline getirilir, bir gece sıcak ortamda mayalanır, şekillendirilen hamur kızdırılmış fırında pişirilir.
Sonuç resimdeki gibi oluyor ve çok lezzetli. Gerçek anlamda ekşi maya ekmeği tadı veriyor ve parapri sözcüğündeki gibi gaz da yapmıyor, ben kefilim. Kitapta da belirtildiği gibi yemek adları elbette benzetme çünkü yemek adları bilinmediği gibi, Hititlerin yemeklere bir ad verip vermedikleri de bilinmiyor.
İlginizi çektiyse bu yemeği yapabilirsiniz ama bence kitabı da okuyun, Levi-Strauss’un dediği gibi, iyi yiyecek, öncelikle düşünülmesi iyi olan yiyecektir.
Koklama: Hiç düşünmeden Patrick Süskind’in Koku romanını tekrar okudum. Bende 1986 tarihli ilk baskısı var. Şu anda kitapçılarda 57. baskısı bulunuyor. Vay be!
Kokulara karşı son derece duyarlı ve istediği kokuyu üretmekte yine son derece yetenekli olan Jean-Baptiste Grenouille, bunun dışındaki tüm insani duygulardan uzaktır. İstediği kokuya ulaşabilmek için cinayet bile işlemekten çekinmeyen Grenouille’nin kendi kokusu yoktur ve kendisine insanmış izlenimi veren kokular sürerken, bunlarla diğer insanların duygularını da yönetebilmektedir. Yani yaşamı koku eksenlidir. Öyle ki, kokan bir nesnenin adı olmayan sözcükler, yani soyut kavramlar ona çok zor gelmektedir. Kitabı 34 yıl önce ilk okuduğumda da, şimdi de anlatılan kokuları resmen burnumda hissettim.
Sadece konusuna takılıp güme gitmesin, kitap çok iyi. Arka planda 18. yüzyıl Fransa’sı karşıtlıklarıyla, yoksulluğuyla, çelişkileriyle hatta enflasyonuyla görülüyor. Ayrıca müthiş kişilikler var Koku’da ve Greneuille hayatlarından çıkınca hepsi, ölüyor. Kitabı okuduysanız/okursanız görürsünüz, olağanüstü, ayrıca yazılmayı hak eden kişilikler bunlar: Tabakçı, parfümcü, parfümcü kalfası, kont, annesi, rahip, süt anneleri….
Süskind’in tüm kitaplarında toplumdan ve insanlardan uzakta yaşayan kişilerin hikâyelerini okuruz. Koku da böyle. Suçun ne olduğunun bu bağlamda sorgulandığı önemli bir kitap. Pedofilik çağrışımları ayrı tutmak kaydıyla önereceğim bir yapıt; eğer ilk 56 baskıyı görmediyseniz 57.yi kaçırmayın derim.
Duyma: Karabey Aydoğan, Ruhi Su’nun 65 yıl boyunca söylediği veya Ruhi Su-Dostlar Korosu’na öğrettiği çok sayıda türkü içerisinden yayınlanmış, istendiği an dinlenilebilecek olanları Ruhi Su Türküleri kitabında bir araya getirmiş. Az sayıda olsa da, türkü ve plaklarla ilgili değerlendirme yazıları da var.
Kitapta yer alan 300 civarındaki türkünün hepsi bildiğimiz, en azından tanıdık gelecek türküler. Ancak şu dikkatimi çekti, hiçbir dizeyi şiir gibi okuyamadım; okumaya çalıştığımda hemen aklıma ezgisi geliyor ve türkü söyler gibi oluyordum:
Çanakkale içinde vurdular beni,
Ölmeden mezara koydular beni
Of, gençliğim eyvah!
dizelerini örneğin asla ezgisiz okuyamıyorum. Hatta biraz daha ileri gideyim, Ruhi Su’ya öykünmeden, kulaklarımda onun basbariton sesi olmadan da okuyamıyorum! Olmuyor! Demek istediğim bu kitap gerçekten duyarak okunuyor. Yaşar Kemal’in dediği gibi, Ruhi Su dizeleri kendi kişiliğinde yoğurarak, biraz daha oluşturarak, belki de en gerçek biçimde yaratarak bize yeni bir türkü getirmiş. Gerçekten de böyle, Ruhi Su da durumu şöyle özetliyor: “Bunları seslendirirken, halkın söyleyişinden çok yararlandım ama halkın ağzına öykünmedim, taklitten ve özenmelerden sakındım. Şehirli olduğumu, bir sanat kültürü aldığımı unutmadım.” İşte müzikte gelişim ancak böyle sağlanır ama bu halk türkülerini küçümsemek gibi de algılanmamalı: “Türkü söylemenin kolay görünmesi, türkülerin erişilmez sadeliği ve saflığından gelir”. “Halk kültürlerinin gelişmeye değil, gelişmiş sanatçıya ihtiyacı vardır”.
Kitapta çok az Ruhi Su yazısı var ama olanlardan da çok şey öğreniyor insan. Kitabı okurken Ruhi Su’nun yıllar önce bir dost toplantısında anlattıklarına rastlamam benim için buruk bir sürpriz oldu. Ruhi Su, müzikle armoninin uyumunu çok güzel örneklerle açıklamıştı, hatta kendisinin şiirin dizelerine uygun müziği bulamadığı zaman, şiiri müziksiz okumayı yeğlediğini söylemişti; bunlara kitapta rastlamak, dediğim gibi buruk bir sürpriz oldu. Sürpriz tamam da işin buruk yanı şu: Benim dedem Ruhi Su’nun lise öğretmeniymiş. Bu vesileyle ilk gençlik yıllarımda sıkça görüştüğümüzü söyleyebilirim. Ancak ben kendisinden yeterince yararlanamadığımı düşünüyorum. Benim için o bir revizyonistti ve ideolojik olarak alt edilmesi gerekiyordu. Eee, omuzlarımdaki sorumluluk büyüktü, Marksizm’in geleceği bana bağlıydı! Keşke Ruhi Sudan daha fazla öğrenme şansını kaçırmasaydım diyorum şimdi.
Son bir not, Ruhi Su’nun söylediği “Esen Yel Bilir”i ben halk türküsü sanıyordum nedense. Sözleri meğerse Bob Dylan’ınmış.
Görme: Biliyorsunuz, insanın “göz merkezli” olduğu düşünülür. Tüm dünya dillerinde kavramların da dörtte üçü görme ve işitmeyle ilgiliymiş. Kabaca dış dünya ile ilgili bilgilerin %80’ini görerek, %18’ini duyarak, kalan %1’ini ise diğer duyularıyla edinirmiş insan. Hal böyle olunca, “görme” başlığına uygun kitap seçimi de en kolayı oldu. Seçenek çoktu ama bir süredir almayı düşündüğüm Çekmeceler sergisi kitaplarını seçtim. Sergi eski, ilk kez 1991’de Galeri MD’de açılmış. Boyutları 23.5 X 13.4 X 13 cm olan 15’er çekmeceli üç dolap hazırlanmış ve resim ve/veya heykel sanatçılarından kendilerine ayırılan çekmeceyi doldurmaları istenmiş. Sergiyi Türkiye’de Metin Deniz hazırlasa da özgün düşünce Herbert Distel’in Museum of Drawers projesi.
Evinize astığınız resimlerin veya müzelerdeki eserlerin birtakım riskleri vardır. Evdeki resimler zamanla eskir. Eskime derken, önce resme her baktığınızda farklı bir ayrıntıyı görürken, zamanla resme alışır ve onu görmez olursunuz. Çekmeceler’de ise her çekmeceyi açışınız yeni bir başlangıç olur. Müzelerde genel bir sergileme vardır, Çekmeceler’de ise çekmeceyi açan yapıtla baş başadır. Yani izleyicinin de katılımı söz konusudur.
Sergiyi izlememiştim ve sergi kitabı bana neleri kaçırdığımı net bir biçimde anımsattı ama sergi kitabıyla bazı eksiklikleri kapatmaya çalıştım: Kitap üç cilt ve karton bir kutu içerisinde. Yani bakmak isterseniz kutudan çıkartmanız gerekiyor; Çekmeceleri açar gibi.
Dokunma: Görme’de kitap seçimi yaparken elim ne kadar rahatsa, dokunmada da o denli zorlandım. “Eline aldığın kitaba zaten dokunuyorsun” kolaycılığını bir yana bırakıp, dokunma duyusu nasıl algılanabilir diye düşündüm ve sadece elle değil, tüm vücutla duyumsanabilecek şeyin yapılar olduğuna karar verdim. Ben de biliyorum, mimarlıkta, göz merkezci olarak tanımlanan bir eğilim söz konusudur. Buna göre nesnel bakış diğer her şeyden üstündür. Ancak kişinin mekânla kurduğu bedensel ilişki, göz merkezciliği sorgulanır hale getirmiştir. Çünkü mekân sadece görerek değil, tüm bedenle deneyimlenmektedir.
Bu şekilde gerekçelendirdikten sonra seçimim Bernd Nicolai’nin Modern ve Sürgün kitabı oldu. Kitap 1925-1955 yılları arasında ağırlıklı olarak Almanya ve Avusturya’dan Türkiye gelen mimar ve şehir plancılarının, özelikle Ankara’daki çalışmalarını ele alıyor. Genç Cumhuriyet, modernleşmenin simgelerinden biri olarak mimariyi görüyordu ve bu amaçla dünyaca ünlü mimarlara ülkenin kapısını açmıştı. O dönemde Avrupa’da faşizmin yükselişi ve ilericilerle Musevilere saldırıların artması da belki de asla Türkiye’ye gelmeyi düşünmeyecek kişileri sadece getirmekle kalmayıp, çizdiklerin binaların yapım aşamalarını bizzat denetlemelerine, akademide ders vermelerine kadar uzanmıştı. Esas olarak 1910 civarındaki Viyana devrimci mimarlığının devamı ve Viyana sosyal konutlarındaki biçimiyle, İki Dünya Savaşı arası Alman-Avusturya mimarlığının Kemalist sistemi temsil eden yapılara uygulanmasıydı olan ve ortaya çıkan özgün kişilikli yapılar hâlâ Ankara’nın en güzel yapıları olarak durmaktadır.
Bu yapıları Ankaralı olmayanlar da bilir ve içlerine girmişlikleri de vardır: DTCF, Gazi Eğitim, Atatürk Lisesi, Kızılay, Sümerbank, Bakanlıklar, Numune Hastanesi, Merkez Bankası, TBMM, Opera binası…Çizimlerini, ayrıntı fotoğraflarını görmek, öykülerini okumak insanın bu binalara daha farklı bakmasını sağlıyor. “Keşke şimdi Ankara’da olsaydım da bu yapıların bazılarına tekrar gitseydim” dedim doğrusu kitabı okurken ve sonrasında.
Kitap okumanın hoş sürprizlerinden bir tanesi de daha önce okuduğunuz bir bilgi kırıntısını birleştirebileceğiniz başka bir ayrıntıya rastlamaktır. Modern ve Sürgün’de bu duyguyu tekrar yaşadım, Margarete Schütte-Lihotzky’nin çizdiği Kemal Özan evinin taslaklarını görünce.
Önce biraz Lihotzky’de söz etmeliyim. Kendisi Avusturyalı komünist bir mimar. Öğrenciliğinden başlayarak çok sayıda ödülün sahibi. Mezun olduktan sonra çalışanlar için toplu konut projelerinde yer alır ve 1926 yılında en önemli yapıtı sayılan Frankfurt Mutfağı’nı çizer. Frankfurt Mutfağı, dar bir alan içerisinde hem işlevsel, hem de çalışan kadının rahat edebileceği, daha az yorulacağı bir mutfak tasarımıdır. Her ne kadar sonraları kadını mutfağa bağladığı savıyla eleştirilse de, çağı için önemli bir atılım olduğu gerçek. Daha sonra SSCB’de sanayi kentleri planlamasına katıldıktan sonra 1939 yılında kısa bir süre Türkiye’de çalışıp, sonra Nazilere karşı direnen Avusturya Komünist Partisi’nin çağrısıyla ülkesine döner. Lithozky 1998 yılında 100. doğum günü nedeniyle yapılan bir toplantıda hayatta hiç zengin bir kişi için ev tasarlamadığını, bunu yapmak istediğini söyler. Belki tasarı aşamasında kaldı ama Lithozky’nin Kemal Özan evi planlarını görünce aklıma bu konuşma geldi. Sanırım unutmuştu.
Neyse, ben bu rakamlı işi sevdim galiba. Belki ileride On Emir, Altı Ok, İskenderiye Dörtlüsü gibi yazılar yazarım.
1https://ilerihaber.org/yazar/altinci-duyu-siir-112202.html
KÜNYELER
-Deneysel Bir Arkeoloji Çalışması Olarak Hitit Mutfağı. Asuman Albayrak, Ülkü M. Solak, Ahmet Uhri. Metro Kültür Yay. 2008. Yaygın dağıtımı yok, web sitesinden istenebilir, değişmediyse fiyatı 30 TL.
-Koku. Patrick Süskind. Çev.: Tevfik Turan, Can Yay., 57. baskı, 2020. Etiket fiyatı 27.5 TL.
-Ruhi Su Türküleri. Haz.: Karabey Aydoğan. 2000 yılında Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı basmıştı, kitapçılarda Everest Yay., 2008 baskısı var, etiket fiyatı 26 TL.
-Çekmeceler. Ak Sanat Yay., 1991. Baskısı yok, sahaflarda üç cildi 20-90 TL arası.
-Modern ve Sürgün. Bernd Nicolai. Çev.: Yüksel Pöğün Sander, TMMOB Mimarlar Odası Yay., 2011. Yaygın dağıtımı yok, Oda’da 50 TL.