Belirsizlik ve entelektüel

“Belirsizlik” kavramı son zamanlarda siyasi karamsarlığın bir belirtisi olarak moda olma eğilimindedir. Bu konuyu Duvar Gazete’de yayımlanan uzun bir söyleşi dizisiyle enine boyuna değerlendiren yazar-gazeteci Pınar Övünç’e teşekkür borçluyuz. Bu dizide ve başka mecralarda belirsizliği bir kader olarak tanımlayanlarla, aşılması gereken bir durum olarak tanımlayanlar yer alıyor. Belirsizlik kuantum fiziğinin yetkin bilginlerinin üzerinde yoğunlaştığı, büyük ölçüde açıklanabilmiş bir kavram. Muhafazakar fizikçi Werner Heisenberg’in “unschärferelation” (uncertainty-blurred-fuzzy) “belirsizlik” ya da “bulanıklık”, daha uygun sözcükle “kesinsizlik” kuramı özetle; “parçacığın aynı anda farklı yerlerde bulunabildiği” gözlemini anlatır. Kavramın Türkiye’de siyaset sahnesinde ilk kullanımı da yanılmıyorsam Türkiye İşçi Partisi’nin 3. Kongresi’nde (1969) konuşan İdris Küçükömer’e aittir. Parçacığın konumunu ve hızını şimdilik aynı anda ölçme imkansızlığı, belirsizliği metafiziğin sisli, giderek kararan sularına sürüklemek isteyenlerin bir süre tepe tepe kulandığı bir kavrama dönüştürdü. “Kesinsizlik İlkesi” “Belirsizlik İlkesi” olarak yaygınlaştı. Aslında bir nesnenin ölçülebilirliğini kabul eden, ama hata payını dikkate alan sözcük, “kesinsizlik” olmalı. Kesinsizlik yerine belirsizliğin kullanılmasında yabana atılamayacak bir dizi sakınca var. 

Belirsizlik, hemen her alanda ilgilenilen süreçlerde nedenlerin ya da sonuçların hiçbir zaman belirlenemeyeceği düşüncesini doğurur. Bu ise gelişmeye açık bilime duyulan güveni sarsar, toplumsal ölçekte umudun bilimsel olandan metafizik olana yönelmesini hızlandırır. Bilimin gelişme diyalektiğini unutan kimi bilimciler de nerede bir bilinemezlik veya belirsizlik keşfederlerse gözlerini hemen oraya çevirir, bilimsel olanın yerini metafizikle doldurmaya çalışırlar.

Peki belirsizlik ya da kesinsizlik kuramı kolayca bir kenara bırakılabilir mi?

Gerçekten de siyasi tarihte toplumların belirsizliğin egemenliği altına girdiği alacakaranlık zamanları oldu, oluyor, bundan sonra da olacaktır. Bu türden bir belirsizliğin hem yönetenler hem de yönetilenler için çok da fazla uzatılamayan bir süre için geçerli siyasi bir durum olduğunu söylemek belki daha açıklayıcıdır. Örneğin Türkiye’de politik alanda şimdi kendini gösteren belirsizliği, seçmenlerin eğilimlerini gösteren kamuoyu yoklamaları, sayıları gittikçe artan kararsızlar bir ölçüde yansıtırken, “medyanın” yoğun çabasına rağmen gizlenemeyen protestoların, yoksulluğu, ekonomideki bunalımın yükünü çekmek istemediklerini açıklamaktan artık çekinmeyen üstelik iktidara yakın muhafazakar kesimlerden, sivil toplum kuruluşlarından gelmesi belirsizliği yansıtan işaretler arasında sayılabilir. Övünç’ün dizisinde yer alan Prof. Dr. Nilgün Toker şöyle anlatıyor: “Bir kelimenin anlamını, bir suçun cezasını belirleme gücü, iradeyi güçlendirir, tanrısal bir kudret verir. Rasyonalite kaybolmuştur artık, geri kalan o iradenin buyruğuna tabidir. Kadiri mutlaklığa işaret eder. Bu yüzden faşizan rejimlerin karakteridir belirsizlik.” (Duvar Gazete, 23 Ekim 2020)

BELİRSİZLİĞİN SINIFSAL KARAKTERİ 

Belirsizliği kavramaya çalışırken sistemdeki belirsizlik ile halk sınıflarındaki belirsizliği de ayırmak ayrı ayrı değerlendirmek daha yararlı olabilir. Tüm dünyada belki de 29 bunalımının ölçülerini nicel ve nitel aşan bir ekonomik bunalım var. Bu kapitalizmin artık sınırlarına dayanmış olmasına, krizleri çözme kapasitesinin sıfırlanmasına bağlı bir gelişmedir. Bunalımdan çıkış bulamayan sistem politikacılarının baskıyı, otoriter yönetimlere övgüyü, faşizm propagandasını artırmalarının, kimi ülkelerde artan faşizan eğilimlerin önü alınamaz bir trend gibi sunmalarının nedeni budur. Yine Toker’den aktaralım, “Belirsizliği bir de bunu siyasi gereç olarak kullananlar cenahından okumak gerekiyor. Bu bir sarmal değil mi bir yandan, bunun ne kadar sürdürülebileceğinin belirsizliği, bizatihi bu tetikte yaşama hali devam mecburiyetini dayatmıyor mu? Tabii, bu tarzda bir iktidarı kaybetme korkusu zulmü arttırır” diyor Toker; “Tanrı olmadıklarına göre, ancak bu şekilde iktidarı sürdürebilirler çünkü. Türkiye'de iktidar yapısının, tek kişiden söz etmiyorum, bu el koyma halini sürdürebilmek için belirsizlik yaratma gücünü her dakika artırması gerekiyor. Nereye kadar? Sürdürebildiği yere kadar. Sürdürmesine izin verildiği yere kadar.”

Ama bu çaba aynı zamanda sistem içindeki bir çatışmayı da gözler önüne seriyor. Sistemi reforme etme boşuna çabası ile gerçekte fazla abartılmış bir düşman olmaktan öteye geçemeyecek faşizan eğilimler arasındaki tartışma sistemin geleceğine ilişkin bir belirsizliği de gösteriyor. Tüm ilaçları denemiş doktorlar, “çıkmadık canda umut vardır” diyorsa hasta “terminal” aşamasındadır. İşte size ünlü iki “doktordan” alıntılar: Dünya Bankası eski başkanlarından Joseph Stiglitz ile kapitalizmin hızlı muhaliflerinden olduğu hep söylenen Thomas Piketty’nin bu ölümü anlatan sözleri: “Çözüm demokratik bir sosyalizm, katılımcı bir sosyalizm olabilir. Bazıları ‘ilerici kapitalizmden bahsediyorlar, ama ben ‘katılımcı sosyalizm’i tercih ediyorum; Avrupa’nın yüzyıllardır inşa etmeye başlamış olduğunu. Mesela Alman şirketlerine bakın. Yönetim kurullarındaki üyelerin yarısı ücretlilerin temsilcilerine veriliyor. Kusursuz bir sistem değil bu; zira sonunda, nihai oylamada hissedarlar baskın çıkıyor, ama bu sistem birçok şekilde iyileştirilebilir. Ve bu sistem, yüz kişinin hissedarların oy hakkını elinde tuttuğu sisteme nazaran çok büyük bir farklılığı temsil ediyor.” (25 Ekim 2020 - Le Monde. Medyascope, Çeviri: Haldun Bayrı)

Bu sözler terminal aşamasını net bir şekilde göstermiyor mu? Demek ki burada kapitalizm açısından belirsizliği başka türlü tanımlamak, konum ve hız açısından bir ölçme zorluğundan söz etmek gerekecektir.

Halk sınıfları açısından belirsizliğin anlamı ise siyasette ağırlığını koyamamaktan, baskılar karşısında siyasi tepkileri örgütleyecek entelektüel çabadan yoksun olmaktan kaynaklanıyor. İki dünyanın yaşadığı belirsizlikler nedenleri ve sonuçları açısından farklıdır; çözümleri birbirinin tersini gerektirdiği için de birbiriyle bağlı küresel ya da ulusal bir sorun gibi algılanması ve anlatılması yanıltıcı olur. Kısacası sistemin belirsizliği giderme ihtimali zayıf, halk sınıfları açısından ise belirli bir nesnelliğe dayanacak çabaya bağlı olarak mümkündür.

Ama belirsizliği boyun eğilmesi gereken bir durum olarak anlamak ve anlatmak isteyenler de var. Siz istediğiniz kadar siyasal tepkileri örgütleyecek entelektüel akıldan söz edin, onlar entelektüelin nasıl bir kuş olduğunu anlatarak işe başlıyorlar.

ENTELLEKTÜEL BELİRSİZLİĞİN KAHRAMANI MI?

Halk sınıflarının entelektüel beslenmesinin zayıf olduğunu söyledik; açmakta yarar var. Tıpkı belirsizlik kavramı gibi entelektüelin kim olduğu konusunda yanıltıcı eğilimin piyasası da yükseliyor. Entelektüel kimdir? Bu soruya kimi entelektüeller şöyle yanıt veriyor. “Entelektüel genellikle en fazla malumata sahip olan kişi olarak tasavvur edilir. Oysa malumat sahibi olmak entelektüel olmaya yetseydi eğer Google en büyük entelektüel olurdu.” (Besim F. Dellaloğlu, Duvar Gazete, 20 Ağustos 2020) Demek ki malumat sahibi olmak yeterli değil, peki bilgi ve bağlı olarak vizyon sahibi olmak?

Tanımlama devam ediyor: “Bir diğer yanlış yorum entelektüelin çok akıllı biri olduğudur. Oysa entelektüelin içindeki intellect, Kant’ın Vestand dediği şeydir. Kant’ta akıl olan Vernunft’tur. Verstand, Türkçeye genelde anlama yetisi, hatta anlak olarak çevrilmiştir. Intellect aslında eskilerin idrak dediği şeydir. Bu anlamda entelektüel müdriktir.” Kant’ın “Verstand” kavramının “idrak” olarak çevrilmesine küçük bir itirazım var. “Verstand” kavramak, anlamak, künhüne varmak demektir. İdrak’ın aklı metafiziğe bağlayan Arapça kökenli bir sözcük olmaktan başka bir özelliği yok, geneldir. (*) Hiç kuşkusuz entelektüel, bilgili, -yoksa sezgileriyle hakikatin peşine düşmüş dervişlerden farkı kalmazdı- akıllı, yani olgular arasında bağlantılar, ilişkiler kurabilen, olup biteni geniş bir açıdan kavrayabilen kişidir. Ama kavramı budamak ve çerçevelemek isteyenler şöyle söyleyebiliyorlar? “Yani entelektüel idrak kapasitesi çok geniş olan biridir. Bütün dünyaya açıktır, bir mahalleye, bir ideolojiye, bir politik harekete genellikle sığmaz.”

Entelektüel bir mahalleye, bir ideolojiye bir politik harekete sığmaz mı? Öyle midir? Örneğin bir zamanlar solcu olan ya da olduğunu söyleyen bir entelektüel artık solu aşıyor mu? Sol bu kadar dar, kendini kapatmış da o entelektüel bu kadar geniş mi? Bu soruyu değerlendirmeden önce önemli bir saptama gibi görünen şu tezi de ekleyelim ki bir boşluk kalmasın. Aydın ile entelektüel arasındaki farkı yazar şöyle anlatıyor: “Demokrasi sadece çıkarların temsili fonksiyonu (aydın) üzerinden derinleşmez. Aynı zamanda bunlar arasındaki bir müzakere alanının genişliği, katılımcılığı, kalitesiyle de (entelektüel) ivme kazanır.” Bu tanımlama aydın - entelektüel ayrımını pek sıradan bir farklılaşma ile tanımlıyor. Aydını dar politikanın kör militanı yaparken, entelektüeli “müzakere alanını genişleten kalite” olarak tanımlayarak uzlaşmalar dünyasına gönderiyor.

Burada aydın ile entelektüel (entelijansiya) arasındaki farkları; aydının, okuryazar olmanın gereklerine koşullar nedeniyle uzak duramayan; entelektüelin ise içinde bulunduğu coğrafyaya ilgisiz kof bir derinlik peşinde koşmayan, hem kendi toplumu, hem de dünya ve sorunları için uzlaşmaya “müzakereye” yatkın olmayan, çürütülmedikçe tezlerinde ısrarlı, geniş ufuklu fikirler geliştiren kişi ayrımını bir yana bırakarak devam ediyorum.

Çağının büyük entelektüellerinden Thomas Hobbes, muhafazakar ideolojinin monarşinin etkili savunucusu bir “materyalist” idi. Krallara, Earl’lere hizmet ediyordu; kralları pek de hoşnut edemediği için yaşamının önemli bir bölümünü sürgünde geçirdi. Büyük entelektüel Ütopya yazarı Thomas Morus da hem eşitlikçi bir dünyayı hayal ediyordu hem de kralın hizmetindeydi ve o kral tarafından asıldı. Daha yakın zamanlara gelelim; filozof Heidegger, Hitlerin hizmetinde militan bir nazi olarak yaşadı; filozofisi ile eylemi arkasında çelişki yoktur. Çağının entelektüelleri arasında seçkin bir yeri olan, zamanımızın otoriter rejim düşkünleri tarafından yeniden canlandırılmak istenen hukukçu Carl Schmitt’e Nazi partisine üye olmasını tavsiye eden de oydu. Gerçek bir entelektüel olan ve ömrü boyunca otoritenin felsefesini yapmış olan Schmitt de bu tavsiyeye uydu, Hitler’in baş hukukçusu oldu. Einstein büyük bir entelektüeldir; Hitler rejimini hiç bir zaman kabul etmedi, ABD’de yaşadı, büyük buluşlara imza attı, aynı zamanda çağının ideolojik, politik sorunlarıyla yakından ilgili idi, ABD’de de Atom bombası yapımına itiraz edenler arasında yer aldı. Marx da Engels de çağlarını aşan büyük entelektüeller arasında en önlerde duruyorlar. Çağımızın en etkin dünya görüşünün, kavrama ve değiştirme iradesinin sahipleri, insanlığın kurtuluşu için hala biricik umut olan sosyalizmin kurucuları idiler. Yaşadıkları dönemde Uluslararası işçi hareketinin, uluslarası bir parti olan Enternasyonal’in önderleri arasında yer aldılar.

Entelektüelin hikmet sahibi olarak tanımlaması ise doğuya ait bir kavramlaştırmadır. Hikmeti, hakikati arayan kişi tanımı, bilgili, akıllı, kavrama yeteneği gelişkin entelektüeli uhrevi, bilinmezin hizmetinde kişiye dönüştürür. Doğulu entelektüel bu noktada ikiye ayrılmış, Gazali gibi “nas”la, doğmalarla düşünenlerle, dinin kısıtlarını aşma çabası gösteren İbni Rüşd, İbni Haldun gibi entelektüeller olarak farklılaşmışlardır. Ama her iki kesimin de politikadan uzak durmadıkları, ideolojik öngörü ve analizlerini politikanın hizmetine sundukları, kabul göremeyenlerin tıpkı batılı entelektüeller gibi sürgün ve ölümü tattıkları bir gerçektir.

***

Demek ki entelektüellerin politika dışı oldukları, politik faaliyeti yürütmedikleri, bir ideolojiye sığmadıkları türünden bir yargı pek sıradan bir yargı olmaz mı? Entelektüeli öveyim derken yoksullaştırıyor. Kuşkusuz yönünü geleceğe çevirmiş olan entelektüel, ki hepsi aynı yöne bakmayabilir, politikanın ufkunun öyle ya da böyle açılması için çaba göstermekten herhalde vazgeçmez.

Belirsizliğin hizmetine koşulmak istenen entelektüeli bir okuryazar olarak anlamaya çalıştım. Konunun derin olduğunu biliyorum. Noktalayalım: Belirsizlik rastgele önüne arkasına bakmadan kabul edilebilecek bir durum değildir; entelektüel ve onun entelektüel faaliyeti de hayatın dışına sürülerek, kurulu düzenin, sistemin hizmetine koşulabilecek insan etkinliği olmaktan kurtarılsa daha iyi olmaz mı?

Olur, ama olmuyor işte!

——————————————————-

(*) Fârâbî - İbn Sînâ felsefe ekolünce geliştirilen idrak teorisine göre idrak süreci, insanî güçlerin ruhanî güçlerle ortak çalışması sonucunda tamamlanmaktadır. İdrak olayının insanı aşan metafizik bir boyutu vardır; insan aklı, ancak nefsin dışında gerçek bir varlık olan faal akıl ile bağlantı (ittisal) kurarak hakiki idrake ulaşmış olur. Aklî idrakin objesi olan küllîlerin duyu tecrübelerinden mi tecrit edildiği, yoksa doğrudan faal akıldan mı çıktığı konusunda görüş farkları bulunmakla birlikte idrakin metafizik boyutu ve kaynağı bütün düşünce ekollerinde dile getirilmiştir. (İslam Ansiklopedisi)