Pandemi dünya çapında bir salgın hastalığı tanımlıyor. Dünya çapında pek çok başka kırımlara da pandemi desek, doğrusu yanlış olmaz diye düşünüyorum…
Kadına vahşet, eziyet ve kadının sömürülmesi bir başka pandemi biçimi. Hem de ne tükeniyor; ne de aşısı var. Tarih boyunca kadın cinsiyetinin kırımı, hep var olagelmiştir.
Tarihte çok başka örnekleri de var. Ne ki, günümüzdeki kadın kırımı farkındalığımızın başlangıç tarihi, belki de 8 Mart “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” ile bitişmiş durumda. Hoş 8 Mart, 19. yüzyıldan miras kalan bir gün olsa da onun 8 Mart olduğunu, 20 yüzyılın ikinci yarısında belki de son çeyreğinde öğrendiğimiz de ayrı bir gerçeklik. Meraklısı isterse, 8 Mart’ın tarihçesini, kaynaklarından uzun uzadıya inceleyebilir.
Sadece şu notu düşeyim…
1857’de, ABD’nin New York kentinde bir fabrikada, erkeklerle aynı işleri yapan kadın emekçilerin, ‘eşit işe-eşit ücret’ ve ‘çalışma saatlerinin düzenlenmesi’ için başlattıkları haklı direnişleri, kan gölüne çevrilmiştir. 129 kadın, fabrikada ablukaya alınmış ve polis tarafından yakılmıştır.
Kapitalizm, günümüzde de zihinleri hep böylesi bir ablukada tutmaktadır. Bu gerçeklik, kuşkusuz hem erkek hem de kadın cinsiyeti için doğrudur. Ne ki kapitalizmin kadın cinsiyet için biçtiği değer yargılarının yaratıcıları, büyük ölçüde de erkek cinsiyet üzerinden şekillenmektedir.
Bu bağlamda, nasıl mı (?) ya da bilmeyeni var mı acaba (?) sorusunun, bu yazıda odaklanacağı merkez de bu haliyle kadın bedeni ve kimliği olacaktır.
Kapitalizm, kendi modernitesini yaratırken, kadim tarihsel birikimlerin tortuları üzerinde, kadın kimliğini yeniden inşa etmektedir. Nasıl mı (?) sorusu ise, burada şu nitelemelerle bitişmektedir:
Bedeniyle, varlığıyla, onu bir fetiş simgesi kılarak…
Bedeniyle, varlığıyla, onun yarattığı emeği bir artı değer ve sömürü aracı kılarak…
Bedeniyle, varlığıyla, onu hem sınıfsal ve hem de sosyokültürel bir beden inşa materyali haline getirerek…
FOSFORLU CEVRİYE
Son günlerin en büyük siyasi polemiklerinden birisi, Meral Akşener’in yaptığı grup toplantısından sonra gelişti. Ona ‘Fosforlu Cevriye’ yakıştırmasını yapan siyaset merkezlerine ve trollerine, konuşmasının kimi yerlerinde, ‘Müslüman kadın’ tipolojisini de öne çıkararak yüklenmesi, hem AKP ve hem de MHP çevrelerinde başka hazımsızlıkların ortaya çıkmasıyla da devam ediyor.
Kuşkusuz Akşener, kadına özgü namus ve iffet kavramlarının aşağılanmasına örnek olarak yapılan göndermelerin ne ilk kurbanıdır, ne de son kurbanı olacak. Yaşamlarını bedel olarak ödeyen nice kadın kimliğinin, toplumsal kadastrofik bir acı olarak yaşanmasına, siyaset içinden de verilen bir yanıttır ortaya çıkan durum.
Bu bakımdan da üzerinde düşünülmeye değerdir.
İNŞAAT ALANI OLARAK ‘BEDEN’…
Bedenlerimiz, cinsiyet temelinde kadın, erkek diye ikiye ayrılıyor. Mesele sadece bir anatomi, fizyoloji farkını tanımlamak değil. İşin sosyolojik boyutu da var. Tıbbi olarak farklı olduğu vazedilen iki cinsiyetin, toplumsal bağlamda sosyal eylemleri icra etme ve bunları anlamlandırma kapasitesi de işin başka bir yüzü. Öyleyse, bu çok boyutlu alanın şifre kodlarını, yeniden okumak ve yerli yerine oturtmak da bir zorunluluk oluyor.
Gündelik yaşamda kaç çeşit bedenle yüz yüzeyiz, iç içeyiz (?)
Bebek olanı, çocuk olanı koca bir bölük. Genç olanlardan, yaşlı olanlardan bahsediyoruz. Hastalık şikâyeti, tutulumu olmayanlara, sağlıklı diyoruz, Tersine sayrılıkları olanlara hasta ya da engelli. Ten rengine göre bedenleri sınıflıyoruz. Bunları etnisitelerinin içinden sayabiliyoruz ya da ötesinde ırklar içine oturtuyoruz. Ve en vurucusu cinsiyet temelinde kadın, erkek diye insanlığı iki bölüğe ayırıyoruz.
Bunlar tamam! İşin sosyolojik boyutunda ise, beden yapılarına içkin tarihsel, kültürel, ulusal ve sınıfsal aidiyetleri de hemen peşi sıra ortaya çıkıveriyor.
8 Mart’ın emekçi kadına atfedilmesi, hem biyolojik olarak kadın cinsiyetini vurguluyor hem de sınıfsal içeriğine bir gönderme sağlıyor.
İnsan, fiziksel yaşamını ve eylemlerini, bedeni aracılığıyla sürdürürken, bedenin olanakları içinde zihinsel ve duygusal olanaklarını da var ediyor. Dolayısıyla bedenin, bizatihi varlık olarak bir benlik, kendi kimlik algısının bir parçası ve kişilik ögesinin bütünselliğini oluşturduğunu da böylece anlamış oluyoruz.
Bu kavşakta, başka ilginç bir nokta da bedenin hem içsel bir parçası olduğunun farkına varıyoruz hem de dış görünüş olarak bireyi birey yapan çeşitliliklere sahip olduğunun bilincine varıyoruz. Hızımızı alamayıp beden tanımlama ve çeşitlemelerine bu noktadan da devam ediyoruz. Ölçütlerini çağın kültürel bezemeleriyle tanımladığımız güzelimiz var; çirkinimiz var. Bu iş böylece sürüp gidiyor…
Yani, bu yazdıklarımın eksiği çok, fazlasının hepsini hatırlamaya belki de imkân yok…
BAŞLIĞA DÖNERSEK…
Sınıfsal ve sosyokültürel olarak beden inşasının elbet yapı tasarımcıları ve kurucuları var.
Tarihsel olarak, avcı-toplayıcılıkla karakterize ilkel komünal toplumdan, tarım devrimine geçişin, insanlığa hediyesi, ‘ürün fazlasının’ ortaya çıkışıdır. Tüketebileceğinden fazlasını üretmek, ürün biriktirmeyi olanaklı kılmıştır. Fazla ürün bir değiş tokuş aracı haline gelmiş ve zenginlik birikimine yol açmıştır. Biriktirilecek ürünün üretimi ise, insanlık tarihinde sömürü mekanizmalarının ve çeşitliliklerinin başlangıcı olmuştur. Tabii bu anlamda da işin başka bir görüntüsü, zenginliğin kimin tarafından sahiplenileceği sorunsalını yaratmıştır. Yani böylece hoş geldin, sınıflı toplumların ortaya çıkışı…
Kadın, bu tarihsel süreçte sömürünün her türlüsünün hem öznesi ve hem de nesnesi haline, erkek tarafından getirilmiştir.
Bu arkaik tarih döneminden günümüze, özellikle hem kadın bedeni üzerinde, toplumsal denetleme ve belirleme işlemleri, onun doğallığını, sağlığını alıp götürmüş ve hem de kadın bedeninin sınıfsal ve sosyokültürel olarak inşasını olanaklı hale getirmiştir. Sosyoloji dünyası bakımından bedenin sosyokültürel inşası kavramı da Judith Lorber tarafından önerilmiştir.
Toplumun kendisi, bedenleri üretemez. Biyolojik olarak toplumlar, bedenler tarafından oluşturulur. Ne ki, bedenlerin ne olduğunun sınıflanması, beden kimliklerinin etkilenmesi, onların biçimlendirilmesi, değiştirilmesi ve denetlenmesi, toplumsal etkinlikler, eylemler bütünü içinde cereyan eder. Üretim araçlarını ve teknolojisini elinde tutan toplumsal katmanların cinsiyetçi erkek bölüğü de bütün bu inşa süreçlerinde hep kadına karşı üstünlüğü elinde tutan zor ve baskının simgesi olagelmiştir.
KADININ BEDENİYLE, VARLIĞIYLA, BİR FETİŞ SİMGESİ OLMASI…
Kadın, bedensel görüntüsü bakımından bir ‘güzellik’ sembolizmi olarak kavranmıştır. Dinsel olarak ‘ilk günahla’ özdeşleştirilirken, cinsel üremenin de yegâne aracı olması, hem şeytanlaştırılmasına ve hem de doğanın bu özelliği ile fetiş haline getirilmesine neden olmuştur.
Güzelliğin, kavramsal olarak tarihi değişkenlik gösterir olması, kadın bedeni üzerinde imgelem olarak onun yeniden hep resmedilmesine de neden olmuştur.
Tarihi olarak zengin erkeğe eş yapılan kadının güzellik nitelemesi, iyi beslenmesine dayalı toplu veya şişmanken, iş gücünden sonuna kadar yararlanılarak, tarlada, hayvan gütmede kullanılan kadının zayıflığı, çirkinliğe bir sembolizm olarak da sayılmıştır. Oysa günümüzün kapitalizmi, kadın bedeninin şişmanlığının çirkinliği üzerinden, dehşet dengiz moda-kozmetik bir ekonomi-politiğini de yaratmış vaziyettedir.
Her haliyle kadın, bütün çağlar boyu, erkeğin arzu, istek ve kullanım aracı olarak bir tür köleleştirilmesinin fetiş simgesi olma özelliğini halen korumaktadır. Bu haliyle de bedeni ile ilgili bir varoluş ve kimlik mücadelesini sürdürüp geliştirme zorunluluğuyla da karşı karşıya kalmaktadır.
KADININ BEDENİYLE, VARLIĞIYLA VE EMEĞİNİN YARATTIĞI ARTI DEĞERLE, BİR SÖMÜRÜ ARACI OLMASI…
Tarım devrimiyle ovaya, sulak alanlara inen insan, ilk köy kentleri inşa ederken, kadın emeğini sonuna kadar kullanmıştır. Evlerinde yaktıkları ateşin idamesinin hesabı kadından sorulmuştur. Beslenme ve giyim ihtiyaçlarının karşılanması kadının görevleri arasında sayılmıştır. Çocuğu doğuran ve bakan, nesillerin devamını olanaklı kılan kadın, sadece doğal üreme fonksiyonunun yerine getirilmesini değil, aynı zamanda bir zevk aracı olarak da benimsenmiştir. Kadim savaşların ganimeti ve meta olarak kölesi başrolünde, hep kadın yer almıştır. Hayvanı evcilleştiren, ona bakan ‘kadın çoban’ simgesi, günümüzün de devam edegelen görüntüleri arasındadır.
Son günlerde sosyal medyada, Hindistan’dan Anujath Sindhu Vinaylal isimli çocuğun yaptığı bir resim, en çok paylaşılanlar arasında. Babasının ‘o çalışmıyor, ev kadını’ diye nitelediği annesinin günlük faaliyetlerini resmeden Anujath’ın resmi, bir ödüle de konu oldu. Yaptığı resimde yer alan ‘anne ve kadın’ sembolizmi, şu yukarıda anlatılanların tümünü içerir bir görüntü sunuyor.
KADININ BEDENİYLE, VARLIĞIYLA, SINIFSAL VE SOSYOKÜLTÜREL BİR BEDEN İNŞA MATERYALİ HALİNE GETİRİLMESİ…
Kadının, tarihsel emekçi ve yaratıcı-üretici kimliği, hiç eksilmeden devam ediyor. Onun bedeni üzerinden yaratılan sosyokültürel inşaatçılık ise, kendi bedensel özgürlüğüyle ilgili mücadele etmesini, halen en ağır koşullarıyla içermeye devam ediyor.
Kadın bedeninin namus ve iffet bekçiliğini, erkeklerin nasıl yapacağına, yine erkekler karar veriyor. Namus cinayetleri, görece dünya toplumunun en büyük kanayan yaraları arasında yer alıyor. Kozmetik tasarımcılık ve kadın bedeninin buna uyarlanması, büyük bir üretim ve ticaret sektörü olarak geliştiriliyor. Giydiklerinden, yediklerine değin, geneliyle erkeklerin karar merci olduğu bir nesneleştirilme, kadınlara kader gibi dayatılıyor…
Tek tanrı inanışı dâhil, ikinci sınıf insan tarifinin altından hep kadın çıkıyor. Kadının ibadetini nasıl yapacağı, patriyarkal karar mekanizmalarına terk edilmiş olarak ortada duruyor. Emekçi kadının sınıfsal üretkenliği, eşit işe-eşit ücret mücadele zorunluluğunu ayrı ve kadına özgü bir alan olarak içeriyor.
BİTSİN BU DÜNYA…
Bir gayya kuyusu gibi olan bu konu, bu yazının sınırına da elbet sığmayacak. Nokta atışı yapılan her başlık ya da sözcük, esasen kitapları doldurur. Kadının eğitim olanaklarını elinden alan erkek düzeni, kadını kendinden sonra ikinci sınıf olduğuna ikna ediyor. Erkek çocuk doğurmak kadının nişanesi sayılıyor. Çözüm ise, kadın-erkek el ele verebilme ve birbirini eşit insan sayabilme bilincinde yatıyor. Dünya ancak böylesi bir tutumla gerçek bir uygarlığa yükselecektir. Kadına siyaset yapmasından, iş yaşamında paylaşım alanlarına değin kota koyma zihniyeti, kökünden sökülüp değişene kadar, kadın mücadelesi de devam edip gidecektir. Soru, sonu gelir midir?
Toplumsal kurtuluşu, kadın-erkek ortaklaşa bir insanlık mücadelesi olarak inşa edersek, bu insanlık ayıbı neden tükenmesin…