Bazen hayat olanla olabilecek olanın tasnifinden ibarettir!

Basri...

Yıllar önceydi. Çocukluğumun yollarından geri dönüyordum. Gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı. Karşı kıyının ışıkları bir yanıp bir sönüyordu. Zamanın aşındırıcı etkisine rağmen hiçbir şey değişmemişti sanki. Taş merdivenler, taş merdivenlerin yanı başından uçuruma açılan boşluk... Her şey aynı gibiydi. Bir çıkıntıya takılıp düşerek parçalanma ihtimalim bile aynıydı ya da ben öyle sanıyordum.

Ihlamur çiçeklerinin ölümü koktuğu bir zamandı.

Taksim Meydanı, 1 Mayıs katliamına henüz tanık olmamıştı. Sabahın bir sahibi olduğuna inanan ateş kartallarıydık. Kapalı bir perdenin ansızın açılması gibi belirdi evlerin arasından deniz. Karadeniz çıkışındaydı şilep, römorkör görünmüyordu. “Tek” dedim içimden, “çift” dedi ağabeyim. Gülüştük.

Aradan kaç çağla zamanı geçti, kaç mahkeme salonu, kaç hücre, kaç ırmak geçidi; unuttum. Uzun tutsaklık gecelerinde, özellikle kentin yüzü griye döndüğünde, yağmura koşturan haylazlıklarımızı özlediğimizi hatırlıyorum.

Ben, ağabeyim ve Basri, ilk yağmur damlaları yere düştüğünde, sadece çocukların bilebileceği ağaç diplerine koşardık. Kırmızı ve yeşil erik ağacı dallarının oluşturduğu siperlik, yağmurun şiddetini taşıyamadığında rüzgârın aşındırdığı doğal kuytuluklara sığınırdık, gizli mağara kovuklarına. Define Adası, Robinson Crusoe, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah... Uzayan yağmura eşlik eden serüvenin büyülü dünyası, yolu demir parmaklıklara ve musalla taşlarına çıkacak bir yazgının habercisi gibiydi.

Bütün iktidarın emekçilerin olacağı bir düzen istiyorduk. Kamp ateşlerinden ibaret bir ülkeydi bizimkisi. Gece ve gündüz ayrımının olmadığı, bütün zamanların devrime çıktığı ve her şeyin devrimci faaliyete tabi olduğu bir hayatın militanlarıydık. “Komünistler Moskova’ya” diye bağırıyordu faşistler; Moskova yerine ülkede kalmayı tercih edenlerin ismi tek tek çiziliyordu. Bombalanan okullar, taranan kahvehaneler, basılan evler... Her gün bir arkadaş ölümüyle sarsılıyorduk. 

Halk sözcüğünün her şeyden azade bir şekilde saflığı, eşitliği ve adaleti içerdiğine inandığımız günlerdi. Mistik denilebilecek bir kendini feda edişle koşturup duruyorduk. Hayata hükmettiğimiz kanısındaydık. Ancak hayat öyle bir şey değildi. Kendine özgü bir ritmi vardı. Sinsiydi, pusuydu, tetikte olmak gerekiyordu.

Tetik durmayı ihmal ettiğimiz bir gündü. Çocukluğumuzun kelebekler vadisi bizi çoktan terk etmişti ama biz bunu bilmiyorduk. Önce düşünceleri değişmişti arkadaşlarımızın, sonra yüzleri ve bakışları. Yabancıydık onlar için, dahası düşmandık; komünisttik çünkü,  dört kitapta katli vacip olandık.

O gün, bayram ziyareti dönüşünde otobüs durağında beklerken çocukluk arkadaşlarımızdan birinin yüzünü bizden saklamasının nedenini yıllar sonra, taksi şöförlüğü yapan eski bir tanıdığın Basri’yle ilgili anlattıklarından  öğrenecektim. 

Yetmişli yılların iç savaş sürecinde faşistlerden yana saf tutmuştu Basri. Bir gün kentin büyük meydanlarından birinde beni görmüş, ses etmeyerek izlemişti. Evi öğrenmiş ama ülküdaşlarına bundan söz etmemişti.

Yağmur yağıyordu. Aksilik bu ya otobüs bir türlü gelmiyordu. Uzayan her saniyenin bizi ölüme sürüklediğinin farkında değildik. Bizi görmüşler ve hemen oracıkta öldürme kararı almışlardı. Basri o an “Define Adası”nı düşündü sanırım, Ömer Seyfettin’in “Ant” öyküsünü, erik ağaçlarının altında öyküyü birlikte okuduğumuz o günleri. “Hayır” dedi, “Hayır! Onlar bizim arkadaşlarımız!..”

Bardaktan boşanırcasına yağıyordu yağmur. Ne saçak altlarında ne de evlerin içinde yağmurdan korunmak mümkündü. Sığınacak, bizi yağmurdan koruyacak tek bir yer vardı: Erik ağaçlarının altı.

Erik ağaçlarının çağrısına uydu Basri ve sonraki zamanlarda ciğerleri dökülerek kahrından öldü. (1)

Yağmurdan Önce 

Basri’nin ölümünden on yıl sonra, yağmurlu bir günde izledim Yağmurdan Önce’yi. (2) Sözcükler, fotoğraflar ve yüzler üzerine kuruluydu film. Onlarca yıl barış içinde yaşamış bir toplumun din ve ırk ayrımı üzerinden birbirini kırdığı bir iç savaş ülkesini anlatıyordu.

Yıllar sonra geriye baktığımda filmden aklımda kalanın usulca, içe doğru ilerleyen bir şiddet olduğunu söyleyebilirim. Şiddet her yerdeydi. Bir gazetenin çalışma odasına düşen haberde... Yarım kalan bir sevişmenin hüznünde... Hoş bir restaurantta gelecekle ilgili konuşma yaparken patlayan bombada... Yanıt vermeyen telefonun kulübenin içinde yaptığı yankıda... 

Manchevski, savaşın dehşetini iç içe geçmiş öykülere yaslanan bir gündelik hayat üzerinden kare kare işlemiş ve her bir kare, büyük şiddeti, savaşın kendisini önceleyen parçalar olarak birbirine eklemlenmişti.

Savaş, ayrı mekan ve zaman kesitlerinde geçen hayatları bir noktada buluşturmuştu. Sessizlik yemini etmiş bir Hıristiyan Makedon olan Kiril’in Müslüman Arnavut kızı soydaşlarına teslim etmediği sahnede de Politzer ödüllü ünlü bir fotoğrafçı olan Aleksandr’ın akrabalarının kıyıcılığına karşı koyuşunda da aynı vurgu geçerliydi: Öldürme! Yaşat!..

Aleksandr bir savaş fotoğrafçısıydı. Tanık olduğu bir cinayet nedeniyle kendisiyle ödeşmesi gerekiyordu. Savaşın, şiddetin olmadığı bir yer aradı kendisine. Böyle bir yer yoktu oysa. Onun çocukluğunun geçtiği yerde de Makedonlar ve Arnavutlar karşı taraftan gelecek olası bir saldırıya karşı çoktan silahlanmışlardı. Karşı mahalle, düşman mahalleydi artık. Çocukluk aşkının kızının, kuzenini öldürdüğü gerekçesiyle öldürülmesi girişimine “Ama o daha çocuk” diyerek karşı çıktı. Gökyüzü yağmur bulutlarıyla yüklüydü. “Kaç” dedi kıza, “Kaç!” 

Kaçtı kız! Aleksandr, sırtını akrabalarına dönerek yürüdü kızın arkasından. Önce ayaklarının dibine ateş etti kuzeni, sonra yukarıya, sırtının tam ortasına. Sanki ayağı kaymış da düşmüştü, sanki birazdan ayağa kalkıp yürüyecekti. Ama kalkmadı, kalkamadı. Ölü bedeni yağmurun altında giderek ağırlaştı, ağırlaştı, ağırlaştı.

Yağmurdan sonra hayat eskisi gibi olmayacaktı.

Adresini Yitirmiş Mektuplar

Ihlamur ağaçlarının altı ılık bir rüzgârı esmiyordu artık. Güzdü. 

Soğuk ve yağmurlu bir öğle üzeri çaldı Griselle, Martin’in kapısını. Üşüyordu, çok açtı ve günlerdir Kahverengi Gömlekliler tarafından bir av hayvanı gibi kovalanmaktan yorgun düşmüştü. (3) Karısını, çocuklarını ve işini düşündü Martin. Eski sevgili de olsa bir Yahudiyi evine alamazdı. Arka bahçeye doğru kaçmasını söyledi ama Griselle’in yorgun bedeni katillerinin elinden kaçabilecek kadar hızlı değildi. Sadece birkaç dakika duyuldu çığlıkları. Cesedi bir köy mezarlığına gömüldü. 

Kresmann Taylor’un Adresi Bilinmiyor kitabında yer alan Martin Schulse’un “Zavallı küçük Griselle”in ölümünü anlatan mektubu “Heil Hitler” diye başlıyordu. (4) Griselle’in abisi Max Eisenstein’a hitaben yazılmıştı mektup. Max’la Martin iki eski arkadaştılar. Amerika’da ortak bir sanat galerisi oluşturmuşlar ve sonrasında Martin Almanya’ya geri dönmüştü.

Bir Yahudi olan Max, o eski Junker ruhunun, o Prusyalı kibirinin ve militarist yapının kaybolduğunu sanıyordu. Özlem ifade eden birkaç mektubun hemen sonrasında, sevgili arkadaşı Martin’e iktidara yürüyen Hitler’i ve pogromları sordu. Aldığı yanıt ürkütücüydü. Kahverengi Gömlekliler’in Yahudilere eziyet etmeye başladıklarından söz ediyordu Martin ama bunların önemsiz şeyler olduğu kanısındaydı çünkü “Büyük bir hareket başladığı zaman yüzeyin köpüklerle kaplanması kaçınılmazdı.” “Keşke sana gösterebilsem” diyordu, “Keşke görmeni sağlayabilsem - liderimizin yönetiminde - bu yeni Almanya’nın doğuşunu! On dört yıllık yenilgi sırasında başımızı eğdik. Utancın acı ekmeğini yedik ve yoksulluğun yavan çorbasını içtik ama artık özgürüz. Kan damarlarımızdan aşağılık unsurları attık. Yeni bir çalışma için titreyen güçlü kaslarımızla vadilerimizden şarkı söyleyerek geçiyoruz ve dağlardan Wodan ve Thor’un, Alman ırkının yaşlı, güçlü Tanrılarının sesleri yükseliyor.” (5)

Ne kadar da bilindik ne kadar da benzer! 

Faşizm karşılık bulduğu hemen her ülkede o kültürün “kutsallar”ına yaslanarak, yoksa eğer bir “yedi düvel” yaratarak, bir meydan okuma ve düşmanlaştırma üzerinden tahkim etti kendisini. Dinsel fanatizmle ırkçı gericilik bir türlü rahat bırakmadı insanlığı. Şahlanış ve yeniden doğuş masallarıyla cemaatler ve milletler bir diğerine karşı kışkırtıldı. Önce tanrılar ayrıldı, sonra insanlar. O eski tanrılarca vaftiz edilen Naziler, “Deutschland! Deutschland! Über Alles!” marşı eşliğinde kana buladılar dünyayı. (6)

Faşizm, egemen sınıfların iktidarlarını sürdürebilmek için yöneldikleri kanlı bir tercih ama toplumsal-siyasal içerikli her tercih gibi kişisel tercihlerden bağımsız bir yönelim değil. 

Basriler, Kiril ve Aleksandrlar bir “tercih” olarak çoğalıp yan yana gelemediğinde Martinler - korku ya da başka saiklerle - bir zamanlar da olsa paylaşılmış bir hayatın hatırasına kapılarını kapadığında mektuplar öncesiz ve sonrasız bir yaşanmışlığa dönüşüyor. Olan bitenin görmezden gelinmesi, tepkisizlik toplumu çürütüyor.

Yağmurdan Önce filminde rahip “Birazdan burada da başlar yağmur” diyerek karşı dağlardaki kara bulutları işaret etmişti. Orada, dağların öte yanında savaş başlamış, “olabilecek olan” olmuştu. 

Ülkemiz 12 Eylül faşist cuntasının solu kırıp dağıttığı bir kıraç toprak olmayabilir, Yugoslavya ve  Kafkasya’da halklar birbirini boğazlamayabilir, Ortadoğu bir cehenneme dönüşmeyebilirdi ama oldu; “olabilecek olan” kestirilemediği için değil, toplumlar en ilkel dürtülerine teslim olduğu ve devrimci dinamikler milliyetçi hamasetle harmanlanan örgütlü kötülüğe karşı güçlü bir alternatif oluşturamadığı için oldu.

Her ne olacaksa “yağmurdan önce” olacak. 

Dağların üstü çoktan bulutlandı.

 


DİPNOTLAR

(1) Basri, bir dönem içinde bulunduğu faşist hareketten ayrılmak isteyince eski çocukluk arkadaşlarının da bulunduğu bir grup ülküdaşı tarafından vahşice dövüldü. Bu olaydan sonra çok yaşamadı. Ciğerleri iflas etmişti. Erken denilebilecek bir yaşta hayata veda etti.

(2) Makedonyalı yönetmen Milcho Manchevski’nin senaryosunu yazıp yönettiği, özgün adı Pred Dozdat olan 1994 yılı yapımı film, Türkiye’de Yağmurdan Önce adıyla gösterilmişti. Film, katıldığı birçok uluslararası festivalde büyük ödüle değer görülmüştü. 

(3) Kahverengi Gömlekliler: Kısaca SA, “Fırtına Birliği” olarak da bilinen, üniformalarının renginden ötürü “Kahverengi Gömlekliler” olarak anılan yarı askeri birlikler.

(4) Gerçek mektuplaşmalara dayanan Adresi Bilinmiyor, ilk kez Story dergisinin Eylül-Ekim 1938 tarihinde yayımlandı. 1939 yılında kitaplaştırıldı ve elli bin adet sattı ki bu rakam o dönem için oldukça yüksek bir rakamdı. Dergi, anlamlı bir zamanlamayla, neo-nazizmin Birleşik Almanya’da yükselişe geçtiği, Doğu Avrupa’da anti-semitizmin hortladığı, Balkanlar’da ve Kafkasya’da milliyetçilik hezeyanının etnik boğazlaşmalara dönüştüğü, ABD’de beyaz ırkın üstünlüğü savunusunun popülerleştiği bir dönemde, 1992 yılında kitabı yeniden bastı. 

(5) Kresmann Taylor, Adresi Bilinmiyor, Çiviyazıları, s.50, 1996. (Max’la Martin’in yazışmaları kısa bir süre daha devam eder. Hitler’i “Çekilmiş bir kılıç, yeni doğan güneş kadar sıcak, parlak bir ışık” olarak tasvir etmesinden birkaç ay sonra Martin, bir Yahudiyle yazıştığı gerekçesiyle sorguya çekilecek, devam eden süreçte de Max’ın Almanya’ya gönderdiği mektuplar, “Adressat Unbekannt” (Adresi Bilinmiyor) kaşesi vurulmuş bir şekilde kendisine geri gelecektir.)

(6) Aşağılanan ulusların gücü eline geçirdikten sonra saldırgan bir tutum içine girmeleri yeni bir şey değil. Naziler, Auschwitz ve Treblinka gibi toplama kamplarında yüz binlerce Yahudiyi katlederken İsa’nın Tanrısı adına hareket ettiler; ve yıllar sonra Siyonistler, Musa’nın Tanrısı adına bombaladılar Tel Zaatar’ı, Şabra ve Şatilla’yı. Şimdilerde Kafkasya’da yeniden sahne aldı dinci ve ırkçı savaş çığırtkanlığı. Ortadoğu bir türlü durulmuyor. Libya, uluslarası güçlerin oyun alanına dönmüş durumda. “Savaş Tanrıları” her yerde!