Sarayın soytarıları
Kendi çıkarı için karakterini iki paralık eden, bireysel ikbali için bir soytarıya dönüşen insanın komedisini izlerken yüzümüzde hiçbir zaman bir kahkahanın ışıltısı görülmez. Gülümsememiz yarımdır, ifademiz karışımızda gördüğümüzü küçümser bir hal alır. Komedinin altında bir “insani tradeji”nin yaşandığını hissetmemizdir, o “yıkılış”ın bilincidir bizi adamakallı bir kahkadan uzak tutan. Bu çelişik hal de sanat ve sanatçının başlıca malzemesi olmuştur. Yüzyıllardır romanlarda, tiyatrolarda, şiirlerde bu “karakter” önemli bir yer tutar. Oysa çoğu zaman sanat ve sanatçı da bu kadim çelişik insanlık halinin malzemesi olur. Onunki “sıradan” insanınkinden biraz daha acıklı bir haldir. Sanatını da bu işe koşmayı bilir, sanatını kullanması için başlar pazarlık. Sıradan insanın ikbal için karakter satışına acı gülümseriz de sanatçınınki söz konusu olunca kaşlarımız çatılır, öfke bulutları dolaşır yüzümüzde. Çünkü sanatın ve sanatçının bu şekilde “yıkılış”ına tanıklık etmek aynı zamanda o ana kadar bilincimizde oluşturduğumuz sanat ve sanatçı “ideali”nin de yıkışılıdır.
AKP'nin iktidara gelmesinden bu yana tarih ve sanat belki de cumhuriyet tarihinde görülmemiş kadar çok tartışma konularımız oldu. Gün geldi tarih ve sanatın “ne”liği gibi konular bile gazete manşetlerine çıktı. Plastik sanatlar, şiir, tiyatro, roman, sinema hep tartışma gündemlerimizin bir parçası oldu. Bu iktidar-sanat-tarih ilişkisinin irdelenmesi başka bir yazı konusu ancak şimdilik şunu belirtip geçelim: Bu ilişkinin en somut biçimi “Yeni Türkiye” ifadesinde kendini buldu. Güçlü ve faşizan iktidarlar kendi kurguladığı tarih ve sanatın egemen olmasını ister. “Gerçek”in değil kendi kafasındaki yanılsamanın “gerçek” olarak görülmesini ister. Tarih ve sanatsa “gerçek”in en büyük hizmetkârıdır ve bu yanılsamayı kırmak onların adeta doğasıdır.
AKP'nin iktidarının en fazla güç biriktirdiği dönemse 2007 seçimlerinden sonra başladı ve Gezi Direnişi'ne kadar sürdü. Güçlü ve faşizan iktidarın başlattığı tarih ve sanat tartışmalarının dozunun da bu dönemde yoğunlaştığını tespit edebiliriz. Gezi'den sonraysa iktidarın yanılsaması çok güçlü bir biçimde “gerçek”e çarpıp dağıldı. Bu satırları yazarken süren ve Türkiye içine de yansıyan Kürt halkının AKP'nin beslediği İslamcı ve dinci katliam çetelerine karşı Kobani'deki direnişi de tabutuna bir çivi daha çakacağa benziyor. Biraz daha zaman gerek.
Trajik ikinci kaptanlar
Güçlü iktidarlar karşısında girişte belirttiğim ikbal ve çıkar komedisinin ikinci bir perdesi daha var. O perdedeyse iktidar gemisi su alırken batan iktidar gemisinden ikbal ve çıkar bekleyen “karakter”ler sahneye çıkıyor. Onlara batan geminin ikinci kaptanları diyoruz. Onların hali ne sıradan ne de sanatçı ikbal soytarılarının haline benziyor. İlkine bakarken gülümseyen dudaklarımız, ikincisinde öfkeyle büzülürken bunları görünce de diline kocaman bir küfür oturuyor insanın.
İktidarın güçlü zamanlarında yalaya yalaya o iktidarın bütün nimetlerinden yararlananlar gemiden inerken onlar gemiye binerler ve ikbal rüyasının gerçekleşmesi umuduyla doludurlar. Onlar gemi batarken terk edenlerden farklılar bu açıdan. Evet onlar da bir çıkarcı ve ikbalci ama gemiye batarken biniyor ve batan geminin ikinci kaptanı olmaya çalışıyorlar. Oysa gemiye kamarot olarak alınmışlardır zamanında. Gemi kaptanı etrafında kimse kalmadığı için ikinci kaptanlığı üstlenecek kamarot aramaya başlamıştır. Bu an onların beklediği andır. O artık batan bir geminin ikinci kaptanıdır. Trajedisi ya da komedisi de bundan sonra başlar.
Bu karakterlerin iktidar karşısında ışık tutulmuş tavşana dönüşmesi ve bu görevi kabul etmesindeki neden nedir peki? Onlar kendi hedeflerini iktidar hedefleriyle o kadar örtüştürüyorlar ki “gerçek” onlar için pek bir şey ifade etmiyor, etse bile “gerçek”in ne olduğunu anlayıp yorumlayamıyorlar. Öyle bir adanmışlığı içselleştiriyorlar ki bu anlamda adanmışlık hiçbir “insani” sorgulamanın kafalarından içeri girmesine izin vermiyor. Sorgularsa “yansılsama” da olsa ikinci kaptanlık umudunun gerçekleşmeyeceğini iyi biliyor. İşte bundan sonra iktidarın yüzüyle kendi amacının yüzü örtüşmeye, aynı yüz olmaya başlıyor. Onlar “kaptanın yerine geçmek, batan gemiyi kurtarmak amacında değildir”. Bu kadarına hayal güçleri yetmiyor. O amaç başka bir akıl gerektiriyor çünkü. Eğer bunu amaçlamış olsa zaten anlatmaya çalıştığım karakter olmayacaktır artık. O kadar onursuzdur ki... Sayesinde her türlü engeli aşabileceğini düşündüğü “onursuz”luğunu bile engel olarak görmeye başlar.
Hiçbir dış baskı hissetmeyecek noktaya gelmiştir. Kendisine çevrilen gözler, kendisini değerlendiren vicdanlar, başkaları, ötekiler silik birer gölgedir. Kaptansa gemiyi batırmış, belki yüzlerce insanın ölümüne neden olmuş, vahşete yol açmış olabilir ve bunun sonucunda birazcık onuru kaldıysa “intihar” edecekti. İşte bizimki kaptana o son kurşunu getirecek adamdır. Bu zavallı o “son dakikalara” tanıklık etmeyi tarihsel bir başarı öyküsü olarak düşünecek ve onun bir parçası olduğu için gururlanacaktır.
O sahneden hep en son çıkar ve hiçbir iktidarın tek başına ölmesine izin vermez. İktidarsanız ve çevrenizde size ölü gibi bakan birini görürseniz sonunuzun geldiğini de anlarsınız Onu etrafınızdan uzaklaştırmak hiçbir işe yaramaz, başka bir kılıkta ama aynı gözlerle yine gelecektir.