Şeysinin başkenti diye, damgalanan güzel memleketim…
Ne olduğunu sizler anladınız…
Yine bir deprem, yine yıkılan bir kent, yine bildik, insanın yüreğini burkan, içini parçalayan insan ölümleri ve dahası insan manzaraları…
Neredeyse, ağlamaktan göz pınarlarımız kurudu…
Neredeyse, yutkunmaktan çöl susuzluklarında kavrulduk…
Neredeyse, dünyanın farkına bile varmadığı bir insan dayanışmasının, kader, keder ve kıvanç ekseninde nasıl ayağa kalktığını seyrettik…
Kader dediğime bakmayın, bir doğa olayının var ettiği yıkımlar, doğanın değil, insan eliyle yaratılan felaketin gerçeğidir. Böylece yaşarız, sonra unutayazmanın kolaycılığı adına, bir teslimiyet fıtratına sığınırız.
Biraz konuşulur!
Yetkililer büyük laflar eder, uzmanlar anlatır ve günler haftaları kovalamaya başladığında, perde…
Ve hangi sözcükle anılması gerektiğini bulamadığım taş yürekliler, depremi, her zaman olduğu üzere, “din-inanç” kisvesine büründürüp, kanlı gözlerindeki şehvetin izleriyle izlediler ve İzmir’e, İzmirliye saldırmaktan geri durmadılar!
Zinanın ve fuhuşun başkenti…
Utanmak da insana özgüdür; eğer insansan.
Yoksa utanın desem, ancak suya yazılır; hey bre vicdansızlar!
SODOM VE GOMORA
Bu iki kentin adı, hem Kur’an da ve hem de Eski Ahit’in Tekvin bölümünde geçer. İbrahim Peygamberin yeğeni, Lut’a ilişkin bir hikâyedir. Adı fuhuş ve günahkârlıkla anılan iki kentin yıkılışı rivayet olunur…
O insan olabilme nasibini yitirenler, İzmir’e, zina ve fuhuşun başkenti vicdansızlığını yakıştırmışlar. Sanırsınız ki İsa’dan önce 1900’lerde bu iki kent berhava oldu da ve ancak, İsa’dan sonra 2020’de, ilk defa İzmir’de tanrının gazabı yeniden ortaya çıktı…
İzmirliler, bu acımasızlığa bile, hoşgörü ile baktılar…
Hangi biri anlatılabilir ki…
'DEPREMSAVARLAR'
Depremin insan emeğine dair en görünen yüzü, afet kurtarma ekipleriydi… Depremin yarattığı felaketi savmak için can siperane didindiler. Nümayişsiz şehre geldiler, dur durak dinlemeden elleriyle enkazları kazdılar, beton blokları kaldırdılar. Canlı ulaşamadıklarına ağladılar; kurtardıklarına sevinip hem alkışladılar hem de birbirlerine sarılıp yine gözyaşı döktüler.
Uçağa ateş edip düşüren silaha, uçaksavar derler. Ben de bu fedakâr emekçi kurtarıcılara, Türkçe bir yakıştırma yaptım. Bunlar “depremsavar” müfrezeleriydi. Bulsam, ellerini öpüp, boyunlarına sarılacaktım.
Madenci, yoksul emekçidir. Üç kuruşa, yeraltına, yani yaşarken mezara girer. Ocakta, havada bulunan metan gazı, oksijenle birleşip yüzde 5'ten 16'ya arttığında, bir kazma ya da delme aletinden sıçrayan kıvılcımla, tutuşmaya görsün. “Grizu” felaketi zuhur eder ki, anda sıcaklık, 1850-2500 santigrat derecelere ulaşır. O her tarafı karaya bulanmış emekçi, kelime-i şahadet getirmeye fırsatı olmadan, önce erir ve dibine akar. Geriye kalan parçası olursa, o da bulunursa, ocak kapısında bekleyen yakınına, bir kum torbası içinde döner ki, bunu ancak, bu acıları yaşamış olanlar bilir ve yüreğine gömer.
Bu madenciler, kurtarılmayı beklemez. Yıkılan ocaktan, enkaz altından kurtulmanın yolunu, en iyi bilenler olarak, elleriyle toprağı kazar.
İzmir’e, Soma’nın yiğit madencilerinden bir bölük kalktı geldi. Kimse onlara gidin falan da demedi. Hak arayışında, grev nöbetindeyken, insan canı aş, iş ve ekmek derdinden önce gelir dediler. AFAD yetkililerine nümayişsiz ulaşıp, yoldaş oldukları depremsavarların kolcu nöbetine girdiler. İşleri bitip, sonra helalleşip, grev çadırına dönünceye kadar didindiler…
NE HİKÂYELER VAR...
Bir gece vardiyasında, dinlenmeleri için gidin yatın iznine çıkan bir grup depremsavar, metroda yer varken oturmuyorlar. Israr edilince, üst, baş batık, kir pas içindeyiz; biz böyle iyiyiz, ayakta gideriz diyorlar... Vagon ayağa kalkıyor, alkış, kıyamet. Herkes ağlaşırken, herkes ayakta, metro menziline ulaşıyor…
Memleketin dört bir yanından AFAD’cı, AKUT’çu, belediye görevlisi kurtarıcılar, itfaiye bölükleri ve adını bilemediğim onlarcası, polisi, askeri, jandarması, Çağdaş Yaşam Dernekçileri, partili, partisiz gençler, kısacası durumdan vazife çıkaranlar, hala canla başla göreve devam ediyorlar. Enkazdan çıkanlar arasında, para, ziynet bulanı, yanına arkadaşını tanık diye katıp, buluntuları ilgililere, yetkililere teslim ediyor…
İZMİRLİLER NE YAPIYOR?
Kaç deprem gördük, kaç felaket yaşadık, şu ahir ömürde sayısını unuttum, tevellütten mütevellittir...
Neler izlemedik ki…
Söz yanlış anlaşılmasın, acı, insanın içini yaktığında, feryadın desibeli sorgulanmaz…
Ne ki, acının da bu vakarlıkta yaşandığına, belki ilk kez tanık oluyorum. Dibinde yıkılan binanın yanında olanı bile, o ilk panik anını atlattığında, insanlar yardım için bağırışsız, çığırışsız enkaza koşuyor. Dur; yanlış yere basma, diye seslenenin komutuna uyup, koşup gelen yardım ekiplerine alan açıyor.
İlk şaşkınlık geçtikçe, dara düşene, kurtarıcılarına nasıl destek olacağının paralanmasına duruyor. Su kolileri, yardım için battaniyeler, her türlü levazımat ve destek malzemesi, sonra yenilecek yemek, simit, poğaça, çay ve akla gelen, gelmeyen, yakacak kömürüne, içine konulacak variline, ne gerekiyorsa ya alana koşup getiriyor, ya ikram ediyor ya da yardım merkezlerine yağmur gibi yağdırıyor…
İzmir’in lokantacısı, pizzacısı, otelcisi, taksicisi ve bilcümle esnafı, insan yüreği taşıyanı, neyi verebileceklerse, kapılarını ücret istemeden halka açıyor.
Ne satılan şişe suyuna zam var; ne ikram edilen çorbanın hesabı tutulmuş. İnsanlar beraberce paylaştıkları acı ve kederi, biraz merheme bulayıp, gülümsetmek ve hafifletmek için, birbiriyle yarışıyor.
Anlaşılan, dayanışma budur işte...
İzmir’in belediyesi, başkanından, odacısına, tam bir eşgüdüm içinde ekmeğinden, sargı bezine, ağız maskesinden her türlü yardım malzemesine toplayıp, dağıtmak için didinerek çalışıyor. Adlarını anan yok. Olsun, hepsi bir sıra neferi…
Ne ortalarda gezinen başkan var; ne enkaz üzerine çıkıp, danışmanına video çektiren bir fırsatçılık emaresi…
Çocuklar için çadır parklar kurulmuş, sağlıkçılar, şok dalgasının psikolojik yıkımlarını unutturabilmek için, çocuklarla oyun oynayıp, şarkılar söylüyor. İmecede, Nazım’ın Abidin’e sorduğu umudun resmi çiziliyor…
İzmir halkı artık kan kardeşi; kan merkezleri yeter artık gelmeyin diye anons yapıyor…
Belediye temizlik işçilerinin yoldaşı, halk olmuş. Kendi sokağını süpürüp, çöpünü beraber topluyor. Açıkta kalan aileler, belediyenin çadır parklarında olduğu gibi, İzmirlilerin evlerinde misafirliğe, sıcak bir yüze davet ediliyor.
Yardıma ihtiyacı olanların yüzlerinde hüzün; ama itiş, kakış olmadan hepsi sırada bekliyor…
İzmirli can pazarında, bir canın kıymetini ve insanlığın ne olduğunu, Türkiye’ye ve dünyaya gösterirken, bir “uygarlık başkenti” olduğunu, bir kez daha kanıtlıyor…
ANKARALI SEĞMENİ YAZMADAN OLMAZ...
Siyaseten seveni var, sevmeyeni var. Üstünde bir gömlek, bir ceket, yardım kamyonlarının içinde Ankara Şehremini Mansur Başkan, günde on iki bin ekmeklik seyyar fırın, yedi bin kişiye yemek pişiren seyyar mutfağıyla, sokak patililerinden, ağaçtaki kuşuna, torba torba mamasıyla ve kimseye görünmeden İzmir’e ulaşıyor. Elde olan budur misali, Ankaralıların gönülden selamını bırakıyor…
YA O ENKAZLAR...
Depremsavarları yazdım ama olsun, bir daha vurgu olsun…
Türkiye’nin neredeyse her vilayetinden, enkaz alanlarında onlarla, yüzlerle kurtarıcı var. Gazeteciler soruyor, nerelisin… İçlerinde Türk’ü, Kürt’ü, Gürcü’sü, Çerkeş’i, Alevisi, Sünnisi ya da inananı, inanmayanı, solcusu, sağcısı, futbolcusu, her boydan insan manzarası… Kimi kurtarıcı, kimisi belediye görevlisi veya başka bir şeyin temsilcisi, hepsinin yüreği, damara kan değil, insanca kardeşlik pompalıyor…
Enkazdan bir bir çıkarılanlar, ya siren seslerinin sevinç paylaşımıyla ya da ölümün sessiz hüznüyle, adı belleklere kazınan apartman enkazlarından hastaneye yollanıyor.
Kaybettiklerimiz arasında, “TEOG” birincisi Tuncelili çoban çocuk, Arda Baran Demir de var. Başarısı ona İzmir’den bir eğitim bursu kazandırmış. Keşke, olmasaydı mı demeliyim? Delikanlı, gözlerinde parlayan bir ışıkla, okumaya İzmir’e koşuyor. Hayallerinde, kim bilir neler vardı... Belki doktor, belki mühendis, belki hukukçu, belki de üniversitede hoca olmak için okumaya koşmak. Sonra ve artık gerçekleşemeyecek hayallerinin sonuyla, şimdi köyünün mezarlığına dönüşünün acı hikâyesi. Bugün paylaşıyoruz ve muhtemel ki yarın unutacağımız üzere…
Enkazdan çıkarılan, görüntüleri en çok paylaşılan, üç yaşlarında iki küçük melek var. Elif ve Ayda bebekler…
Hayata tutunmanın simgeleri, o küçük elleriyle, kurtarıcılarının ancak kavrayabildikleri, biri başparmağa, öteki de işaret parmağına tutunan, tutunurken bırakma diye mırıldanıp, hayata tekrar asılan, iki küçük elcik ve insan yavrusu… Ama yakınlarını, analarını veya kardeşlerini yitirmenin yetimlikleri, öksüzlükleriyle…
Enkazdan çıkan “Umut” kedi, adsız tavşan ve kurtarıcıları olan “Bob” köpek… Kediciğin gözyaşı akmış, kururken toza bulanmış ve göz pınarında çapak yapmış. Bob köpek, secdeye varır gibi, iki patisinin arasına kafayı koymuş ve yanına uzanmış… Bir de kaderleri sokakta tekmelenip, taşlanmak ya da işkence edilip, yakılmak. Neyse işte, adları hayvan, yürekleri, taş kalplilerden daha insan…
Var mı böylesi, insana insan olmayı yeniden öğreten bir manzara…
DEPREMİN ENKAZI...
İşin mühendislik, jeologluk, deprem bilimcilik tarafını elbette ben yazacak ve söyleyecek değilim. Ağzı olan her uzman, bir bilici olarak bilmeyenlere şimdi konuşup duruyor.
Deprem öldürmüyor. Deprem felaketi denilen hadise, doğanın kendi kırığında yerine yerleşme sırasında, onu anlamayan, ona üstün gelmeye çalışan, biz insanlar tarafından yaratılıyor. İşimiz yine Allah'a havale; iki kuluvallah bir elham…
Barınma, insanın var olduğu zamandan bu yana, temel içgüdümüz olmuş. Doğanın tesirlerinden korunmak için, kafayı sokacak hep bir kovuk aramışız. Mağarayı bırakıp, tarım yapacak ovaya, su kenarına indiğimizde ilk evleri, köyleri ve sonra kentleri inşa etmişiz.
Ev deyip geçmemek gerek. Hele çok katlısı başka bir uygarlık ve bilim gerektiriyor.
İlk öğrendiğimiz, sulak alana bina yapmaksa, zemininin ne olduğunu bilmek gerek. İnşaat malzemesi, kerpiçten, betona evrildiğinde, demirini, çimentosunu birbiri içine katıp karıştırmak ilim, bilim, irfan ve izan istiyor. İnşaatçılıkta fahiş getiri dümenine kayarsan, faturası, depremde başına yıkılan kentler, sönen ocaklar oluyor. İnşaatçılık ha babam, de babam işi değil. Tekniği var; kuralı var. Bunu denetleyecek resmi makam var. Resmi makamda kim izin verir, kimin binayı nasıl yapması gerekir, bunlara gözünü yumarsan, sonra doğa gözünü çıkarır. Bir de utanmadan, başımıza geleni düşünmeden, çürüğe oy devşirmek adına imar affı yaparsan, yapılan binanın kolonunu, kirişini yer açayım diye keser ya da kesene göz yumarsan, daha biz Elif, Ayda bebeklere, Arda oğlana ve ölüp giden yakınlarımıza çok ağlarız. Bunları, yapan edenler ortadayken ve yapanları affedip, tekrar çayıra salarsan, insanlık suçu, katillik yapmış olursun.
Adın kalleş olsun…
SADAKA HÜRRİYETİ...
Yazamadıklarım, bilip de hiç yazmak istemediklerim bir torba, ne çok laf var.
Ne ki içim daralıyor, kaldıramıyorum…
Bu anamalcılık, bu rantçlık ve onun ekonomi-politik düzenini değiştirecek iradeyi ve çareyi bulup çıkaramazsak, enkaz altında ölmeye devam edeceğiz.
Devlet-i ali, İzmir’e ilk adım diye, bir beş milyon tahsis etti. Arkası gelecek mi, bilmiyorum. Bunu da, en büyüğünden, en küçüğüne, tüm yetkili zatıâlilerimiz ala ve vala ile ilan ettiler.
Doğrusu şaşırmadım, ama bir defa daha, bu sadaka hürriyetinin enkazı altına kahroldum.
Gazetede okuduğuma göre, saray külliyesinin günlük işletim masrafı on milyonmuş. Yazanın yalancısıyım. Her gün devletin itibarı adına, on milyonluk masrafı, ben vergimle öderken, İzmir’e bir günlük işletme harcamasının yarısına, ben, şimdi ne demeliyim…
Küfür mü edelim şeysiyle deyip, bunu burada noktalıyorum.
İZMİR'İN DAĞLARINDA ÇİÇEKLER AÇAR...
Bu yazı, içimden nasıl geldiyse, öyle yazıldı.
İzmirli zeybektir…
İzmir, boşuna kurtuluşun ilk kurşunu sende atılmadı. Boşuna, Asya’dan gelip, Akdeniz’e kısrak başı gibi uzanan, seninle kurtuluşa varılmadı...
Güzel yurt, başın sağ olsun. Depremin değil, zalim rantçılığın yıkıntıları altında can veren hemşerilerim, sonsuzlukta ışıklarda olsun.
Orada kimse var mı?
Sesimi duyuyor musun...
“Haydi, bulunulan yerden başlamak…”