Başarı, gelişim ve spor kültürü
Sporda çok temel bir değerlendirme kriteri vardır; gelişim. İşte mesele burada çetrefillenir. Zira gelişimi takip etmek, analiz etmek belli bir süreç ve donanım talep eder.
Teknik direktörlük mesleği çok boyutlu bir meslek. Sadece oyunu iyi bilmeniz yetmiyor, insanı da iyi bilmeniz gerekiyor zira insan idare ediyorsunuz. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş gençleri, bir hedef doğrultusunda örgütlüyorsunuz. Koyduğunuz hedefe ulaşamadığınızda tekrar deneyebilirsiniz, ulaştığınızda ise mesleğinizin o ana kadarki kısmında şahit olduğunuzun dışında yeni problemlerle karşılaşıyorsunuz. Spor kamuoyu genellikle başarıya kadar olanki kısımla ilgilenir, oysa esas meselenin sürekliliği, başarıdan sonrasıyla alakalıdır.
Burada ilk soracağımız soru, bir teknik direktörün başarı kriterinin ne olması gerektiği. Bu soruya vereceğiniz cevap, bir kültür olarak tribünden sahaya inip teknik direktörlerin kariyerini de şekillendiriyor.
Türkiye’de ve hatta dünyanın birçok yerinde, başarının değerlendirildiği ilk yer tabela. İşin kötüsü, değerlendirildiği tek yer de tabela. Eğer maçın sonucu sizin lehinize gerçekleşmişse, sabahtan akşama kadar sizi övüp durabilirler. Sırtını tabelaya dayayan yorumların yanlışlanma şansı yoktur. Olabilecek en yanlış hamleyi yapmış olabilirsiniz, galip gelmiş olmanızın o hamleyle ilgisi yoktur ama onunla ilgili bile ilişki kurarlar. En manasız tercihlerinizde bile bir anlam ararlar ve o kadar arayınca elbet bir şeyler bulurlar. Çünkü mesleklerinin gereği olarak sizi tanrısallaştırmak ihtiyacı hissederler. Mesleklerinde neden böyle bir iş tanımı var, uzun hikaye.
Hele bir de kaybetmişseniz, ağzınızla kuş tutsanız yaranamazsanız. Zaten kazanmanızın mümkün olmadığı karşılaşmayı kaybettiniz diye sabaha kadar konuşurlar. O tercih hatalıydı, bunun yerine bu olmalıydı... Çünkü onun da yanlışlanma şansı yoktur. Her aksi görüşe tabelayı işaret ederler. Tabelayı okuma yazması olan herkes görür de, mesele biraz onun ardındakini görebilmektedir oysa.
Sporda çok temel bir değerlendirme kriteri vardır; gelişim. İşte mesele burada çetrefillenir. Zira gelişimi takip etmek, analiz etmek belli bir süreç ve donanım talep eder. “Takım bugün kaybetti ama gelişim gösterdi” diyebilmek ve onun donelerini sahada bulup ortaya koymak, maçı kaybettikten sonra “75. Dakikada Mert’in girmesi yanlıştı” demekten çok daha zordur. Oyunun entelektüel boyutunun neden giderek zayıfladığını, günümüz spor medyası üzerinden ve onun etkilediği sporseverler üzerinden bu şekilde test etmek mümkün.
Bir teknik direktörün eğer temel meselesi, yönetmekte olduğu oyuncu grubunun hem bireysel olarak hem takım olarak gelişimiyse, bu gelişimin duracağı veya duraksayacağı nokta da “başarı” olabilir. Öyle ya, başarı kazanıldıysa amaç hasıl oldu demektir. Lakin hayat da spor da öyle işlemez. Maç biter, yenisinin hazırlığı başlar. Sezon biter yenisinin hazırlığı başlar. Geçmiş geçmişte kalır, sporda sadece bugün ortaya ne koyduğunuzla değerlendirilirsiniz.
Tam da o noktada teknik direktörler ikiye ayrılırlar; muhafazakar teknik direktörler, devrimci teknik direktörler. Muhafazakar teknik direktörler, ya kendilerini o başarıları kazandıran oyunculara veya oyunlara bağlanırlar. Temel amaçları bulundukları pozisyonu korumak olur. Devrimci teknik direktörler ise rakiplerine veya sonuca değil, oyunun gelişimine odaklanırlar. Her yeni başarıyı, yeni bir deneme yapmak adına zaman ve alan kazanımı olarak görürler. Ne enteresandır ki, bu tip devrimci teknik direktörler, pragmatik ve bulunduğu yeri koruma odaklı düşünen teknik direktörlerden uzun vadede daha başarılı olurlar.
Örneğin, Şenol Güneş kendi kariyerinde o eksik gördüğü Türkiye Ligi şampiyonluğunu Beşiktaş’la kazanana kadar son derece devrimci, yeni fikirlere açık, denemekten çekinmeyen ve bu özellikleriyle kendini ortaya koyan bir teknik direktör profiliydi. Tıpkı son dönemdeki Sergen Yalçın gibi. Hatta ilk dönemindeki Ersun Yanal gibi. Uzun kariyer dönüşümündeki Fatih Terim gibi. Mustafa Denizli gibi. Bu isimler, oyuna katkı dereceleri birbirinden farklı olmakla birlikte, Türk futbolunun gelişimi adına katkı koymuş bir kaç isimdi. Peki bu ne zaman değişti? İşte temel mesele o; başarılı oldukları zaman.
Şenol Güneş, o hayalini kurduğu lig şampiyonluğunu alıp en nihayetinde toplumdan beklediği saygıyı gördüğü an, teknik direktörlük biçimini değiştirdi ve sadece kendi pozisyonunu korumaya odaklandı. Bütün oyun seçimleri, bütün oyuncu seçimleri ve hatta kariyer seçimleri bunun en büyük kanıtı. Güncel örnek ise Sergen Yalçın. Başarı kazanılmadan önceki haliyle, başarı kazanıldıktan sonraki hali arasındaki farkı, zaten oyun ortaya koyuyordu, yanına tabela da eklenince daha fazla görevde kalamadı. Muhtemelen bir başka kulüpte, bir başka seviyede en baştan başlayıp yine buraya gelmeye çalışacak.
Ülkemizdeki tabela saplantısı ve oyunu derinlikli yorumlayamama sorunu, teknik direktörleri de tabela bağımlısı kılıyor. Ne kadar iyi oynarsan oyna, oyuncu grubu ne kadar gelişim gösterirse göstersin, tabela seninle değilse görevde kalamıyorsun. O sebeple de kulüplerimiz 3 senede 6 teknik direktör değiştirip sorunu yine teknik direktörde arıyorlar. O yüzden, teknik direktörler oyuna değil, sonuca odaklı bir yaklaşım gösteriyorlar. Oysa sonucu yaratan “oyun”.
Sporda başarı, gelişim göstermektir. Bu açıdan bir takımın şampiyon olması önemli bir başarı olmayabileceği gibi, küme düşmesi de başarısızlık olarak değerlendirilmeyebilir. Bu değerleriniz yoksa; şampiyon olanı ilahlaştırıp, her zora düştüğünüzde yine o isimlere sığınıyorsunuz. O sebeple de bu isimler arasında dönüp duruyorsunuz. İşte bu değerlendirmeyi sağlıklı bir şekilde yapacak değerler bütününe de “spor kültürü” diyoruz.