1982 yazında, YAZKO Çeviri’nin “Eylül-Ekim 1982” tarihini taşıyacak 8. sayısını hazırlarken, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcının yeni bir yıldönümü nedeniyle, dergiye “Barış İçin Çeviriler” başlıklı bir özel bölüm koymayı kararlaştırmıştık. Başlıca destekçimiz, her zaman olduğu gibi, Yazko’nun başkanı Mustafa Kemal Ağaoğlu’ydu. Bu bölümü hazırlamamızın önemli bir nedeni de, o zamanlar devam eden ünlü “Barış Derneği Davası”nda yargılanmakta olan aydınlarımıza bir ses ulaştırmaktı. Sonuçta ortaya, çok değerli çevirmenlerimizin katkılarıyla, Einstein’dan Brecht’e, Zweig’dan Castro’ya ve Camus’den Canetti’ye uzanan geniş bir yelpazeyi içeren, doyurucu bir özel bölüm çıktı. Geçenlerde o sayıyı gözden geçirirken, sözünü ettiğim bölüm için hazırladığım önsözün geçerliliğini –ne yazık ki!- olduğu gibi koruduğunu gördüm. Son büyük savaşın yeni bir yıldönümünde, bu önsözden bazı alıntılar yapıyorum:
“Eylül 1939 – Danzig. Ağustos 1945 – Hiroşima ve Nagasaki. Yarım yüzyıla yaklaşan bir süredir bu adları bu aylardan ayırmak artık olanaksız. Birincisi, yani Danzig, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcını, öteki iki ad ise atomu parçalamayı başaran insanoğlunun böylece ürettiği korkunç enerjiyi, o güne dek bilinen insanlık kavramını ve insanca değerleri paramparça etmek yolunda kullanışını simgeler. Ancak, Danzig ile öteki iki ad arasında bir açıdan ayrım vardır.
Danzig, tarih haritasında donup kalmış bir addır. Tarih sahnesindeki rolü, Nazi ordularının çıkış noktası olmasıyla başlar ve biter. Buna karşılık Hiroşima ve Nagasaki, işleyen birer yaradır. Çünkü her şey, atom bombasının patlamasıyla, patlamalarda iki kentte toplam 225.000 insanın o anda ölmesiyle olup bitmiş değil. Öldürücü ışınların kuşaklar boyu süren, kana işleyen etkisi, Hiroşima ve Nagasaki’yi işleyen birer yaraya dönüştürdü. – Atom bombası denen buluşun en dahice yanı, bilinen silâhlar arasında savaşa en yakışanı oluşudur.
1945’den günümüze kadar uzanan zaman parçası, barış arayışlarının ve girişimlerinin tarihte en yoğunlaştığı dönemdir. Ama atom yanıklarını aratmayan Napalm yanıklarını tıbba bir araştırma alanı olarak kazandıran da aynı dönemdir. Filistin halkının son aylarda yaşadıkları ise, bir yandan Nazi yöntemlerinin, öte yandan Vietnam’a sözde özgürlük götürenlerin öğrenci yetiştirmekteki ustalıklarının kanıtlarıdır.
Sürekli barışa nasıl kavuşulabileceği sorusunu birkaç satırda yanıtlayabilmek, olanaksız hiç kuşkusuz. Ama şurası kesin ki, bu konuda ciddi olmak istiyorsak, savaş ve barış sorununa da artık gerçekçi bir tutumla, başka deyişle bilimsel yaklaşmak zorundayız. Böyle bir yaklaşımla geriye bakarsak, belki Kartaca’dan ve Spartaküs’ten bu yana, savaşların temel nedenlerinin çoğu kez aynı kaldığını saptamamız bile mümkün. En azından, artık Paris’in Helena’ya olan aşkının yıllar sürecek bir savaşa ancak destanlarda yol açabileceğini, Tahta At’ların Troya’lara gerçekte çok başka amaçlarla sokulduğunu biliyoruz!
İçinde bulunduğumuz dönemde dünyamız, tarihinin belki de en tehlikeli çelişkisini yaşıyor : Bir yanda her zamankinden yoğun bir silâhlanma, öte yanda yine her zamankinden yoğun bir barış arayışı. Ve artık tüm insanlığın geleceği bu çelişkinin çözümünde gizli.”
Bu yazıyı, Albert Einstein’ın bir sözüyle noktalıyorum : “Yalnız barışçı değil, bir barış savaşçısıyım. Barış uğruna savaşım vermek istiyorum. İnsanlar savaşa savaş açmadıkları sürece, hiçbir şey savaşları ortadan kaldıramayacaktır…”