Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Barış Bildirisi ile ilgili son kararından sonra artık bu konuyu ele alma zamanı geldi. Elbette tek neden bu değil; bir nedeni de aradan geçen zaman içerisinde de kimi kitaplarda konu ile ilgili yorumlar yapılmış olması, ne de olsa bu bir kitap sütunu.
Öncelikle şunu söylemeliyim, kararın arkasında ne olursa olsun, ne sonuç verirse versin, bu karar olumlu bir karardır; hatta bu konuda şu ana dek alınmış tek olumlu karardır. Üstelik düzenin en yüksek organının bu kararı vermesi daha da önemlidir; böylece yerel mahkemelerin ve istinafın verdiği kararların hukuksuzluğu da ortaya çıkmış oluyor.
Kararın bir diğer önemli yönü de zaman içerisinde unutulmaya yüz tutan bir sorunu tekrar kamuoyunun önüne getirmiş olması. Ben işin bu yanını en az diğeri kadar önemsiyorum çünkü Türkiye gibi bir ülkede işini kaybetmiş 406 ve yargılanan 1128 kişinin unutulması işten bile değil.
Peki bundan sonra ne olacak? Olağan koşullarda (aslında olağan koşullarda böyle bir gündem bile olmazdı ya) hemen hakkımızda açılan tüm davaların düşüp (çünkü AYM kararı ile konusuz kaldılar.); işlerimize geri dönüp, kaybettiklerimizin nasıl tazmin edileceğinin konuşulmaya başlanması gerekir. Doğrusunu söylemek gerekirse ben, en azından kısa dönemde, böyle bir gelişme beklemiyorum. Bana kalırsa AYM’nin bu kararı 1128 davanın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gitmesini, daha doğrusu AİHM’nin Türkiye aleyhine vereceği 1128 mahkûmiyet kararını engellemiş oldu. Evet, AİHM kararları her zaman etiğe uygun olmuyor ama bildiri imzaladığı için bir akademisyenin işine son verip, hapse atılmasını onaylayacak kadar da geri düzeyde değiller. Demek istediğim, AYM üyelerinin, üstelik hepsinin nasıl atandığı belliyken, birdenbire hukuku anımsadıklarını düşünmüyorum. Kararın devletin bilgisi dahilinde alındığı çok açık, yoksa Recep Erdoğan kesinlikle “AYM kararına saygı duymuyorum ve tanımıyorum.” veya “Biz bir hukuk devletiyiz, bakın AYM bizim uygulamalarımızın dışında karar alabiliyor.” diye bir yorum yapardı.
Ama ne olursa olsun, bu karar bizim akademiye dönme sürecimizi kısalttığı gibi hapse girmemizi de engeller sanıyorum. Yerel mahkemeler ya beraat kararı verir ya da kısa süreli bir hapis cezası verip, onu da önce paraya çevirip, sonra da erteler. Bu arada Füsun Hoca (Üstel) hepimiz için hapse girmiş oluyor. Sanırım onun uğradığı haksızlığın boyutu AYM kararında etkili oldu. Ama bu haksızlık nasıl telafi edilecek bilemiyorum. Burada kastettiğim sadece maddi tazminat değil elbette.
Bunca gelişme karşısında akademi ne yaptı peki? Elbette bazı öğretim üyesi dernekleri ve bazı bölümler destek açıklaması yaparken üç üniversitenin öğretim üyeleri 1071’ler Bildirisi denilen bir metin yayınladı. Metin ilgi çekti çünkü herkes bildiriye imza atan, akademisyenlerin üniversitelerden atılmasını ve hapis cezası almalarını destekleyen bu kişileri çok merak etti. Üstelik hepsi de akademik unvan taşıyor. Aslında kendi ifade özgürlüklerinin kısıtlı olmasını savunan bir akademisyen tipolojisi gerçekten merak uyandıracak bir durum. Bu insanlar nasıl bilgi üretiyorlar? Bilimin özgürlük ve barış için ve ancak özgürlük ve barış şartlarında yapılabileceğini bilmiyorlar mı? Bunları kim yetiştirdi? Bu patolojik ruh durumuna nasıl geldiler? Bence üstlerinde çalışılması gereken bir grup.
Tabii fiilen bu 1071’in içinde olmayıp, ruhen orada olanlar da var. Barış Bildirisi için “patolojik zihin durumu, sorunlu dil örgüsü, tutarsız anlam yapısı, muhtevası derin anlamsal paradokslar içeren savruk argüman, kifayetsiz dil, özgüvensizlik hissinin izleri, sözde aydın duruşu, politik retoriğin yüzeyselliği, devleti hizaya sokma küstahlığı, marazi ruh hali, psikoz” vb. tanımlara Muharrem Kılıç’ın Akademik Aklın Öz Yitimi ve Üniversiteler adlı kitabında rastladım. Şimdi diyeceksiniz ki, kim bu M. Kılıç? Kendisi Yıldırım Beyazıt Üniversitesinde hukuk profesörü, havuz medyası yazarı, SETA uzmanı, rektör yardımcısı, dekan, YÖK danışmanı vs. Kısacası dönemin has adamı. Kitabın başlığı doğru bence ama kimlerin akademik akıllarını yitirdiğini karıştırmış. Kitapta etik, bilim, akademik akıl, kaliteden söz edip, korku toplumu ve depolitizasyona karşı çıkarken, “Düşünceyi ve entelektüalizmi akademik alanın merkezine yerleştiren bir akademik akla ihtiyacımız var.” derken Türkiye tarihinin en büyük tasfiyesini desteklemesini nasıl açıklamalı? Elbette bir açıklamam var ama... Neyse.
-Akademik Aklın Öz Yitimi ve Üniversiteler. Muharrem Kılıç, Nobel Yay., 2018. Etiket fiyatı 14 TL.
Böyle bir samimiyetsizlik karşısında kitabı okumak zorlaşıyor, doğru yazdığı bazı şeyler var ama dedim ya mesele samimiyet. Ne yazsa boş. Ha, bu arada bilimsel anlamda uluslararası düzeyde ne üretmiş M. Kılıç diye baktım. Çok üzüldüm akademi için.
Durmuş Günay da uzun yıllar YÖK yürütme kurulu üyeliği, bakan danışmanlığı yapmış bir profesör. Yani o da el üstünde tutulanlardan. Yeni kitabı Üniversite Felsefesi’nde o da Barış Bildirisi’ne değinmiş. Günay esas olarak neden karşı tarafa bir eleştiri yok diye soruyor. Bu soruyla ilk kez karşılaşmıyorum ama esas ben şu soruma yanıt alamıyorum: Kısa ve çarpıcı olması gereken bir bildiride neden konuyu her yönüyle ele almak gereksin ki? Hadi diyelim karşı taraf da eleştirildi, birisi çıkar da “Bu bildiri Ermeni sorununa da değinmeli.” veya “Neden Sırp Sındığı Savaşı konusunda tek bir söz yok?” derse ne olacak? Diğer yandan, çağrı sadece devlete değil de karşı tarafa da yapılsaydı, neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz? “Vay sen nasıl terör örgütünü muhatap alırsın?” tarzı çığlıkları ben duyabiliyorum.
-Üniversite Felsefesi. Durmuş Günay, Büyüyenay Yay., 2019. Etiket fiyatı 25 TL.
Tekrar Günay’ın kitabına dönecek olursak, “Üniversite özerkliği bilim adamının bilim dışı faaliyetleri veya görüşleri nedeniyle rahatsız edilmeden, huzur içinde çalışabilmesidir. Topluma, devlete ve rektöre aykırı düşmenin zararını görmeden konuşabilmesidir.” derken ve bunu “Tarih akademik özgürlüğün ve üniversite özerkliği ihlalinin entelektüel zafiyete ve bunun sonucu olarak ekonomik ve sosyal durgunluğa yol açtığını göstermiştir.” aşamasına ulaştırıp ve hatta, “Akademik özgürlük ile toplumun akademisyene saçmalama imtiyazı tanıdığını söyleyebiliriz.” bile diyebilirken nasıl yapılanlar desteklenebilir? Dedim ya, samimiyetsiz olmuyor bu iş.
Günay kitabında Türkiye’de üniversitenin dirilişinin zorunlu olduğunu söylüyor ve bu “İslam Milletinin insanlığa karşı görevidir.” diyor. Başka bir söze gerek var mı? Meraklısı için söyleyeyim, diriliş düşüncesi Sezai Karakoç’a aittir ve dinci “akademisyenler” arasında yaygın bir görüştür.
Diriliş düşüncesindeki bir başka kişi de 21.Yüzyılda Türkiye Yükseköğretimi Sistem Önerisi kitabının yazarı Mahmut Özbay. Özbay, AKP toplantılarında boy gösteren, bir ara FETÖ davasından gözaltına alınmış olan dinci bir profesör. Kitabında yeni bir sistem önerisi yok, var olan sisteme küçük dokunuşlar öneriyor, “Üniversitemiz genel strateji doğrultusunda müşterilerine en kaliteli hizmeti sunan örnek bir hizmet departmanı olmayı hedeflemelidir.” dedikten sonra zaten iş bitiyor, söylenecek bir söz kalmıyor. PISA sınavında 33.lükten 32.liğe yükselmeyi bir başarı olarak görüyor ki sözcüğün tam anlamıyla dumura uğradım. Diriliş düşüncesindekilerden, yani aslında medresenin dirilişini amaçlayanlardan bir şey beklememeyi halâ öğrenemedim sanırım.
-21.Yüzyılda Türkiye Yükseköğretimi Sistem Önerisi. Mahmut Özbay, Yakın Kitabevi Yay., Yaygın dağıtımı yok, kitabevinde bulunabilir, etiket fiyatı 40 TL.
Aslında benim bu aşamada Sezai Karakoç’u yeniden okumam gerekirdi ama gerçekten çok sıkıldım, onun yerine dincilerin değil de ırkçıların üniversite düşüncesini dayandırdıkları Peyami Safa’yı, Eğitim Gençlik Üniversite kitabını, tekrar okudum ve “İslam dininin terakki için gerekli olduğunu”, “solculuğun gençliği maddeci ve ahlaksız yaptığını”, “üniversitelerde mescidin şart olduğunu” öğrendim! Hani bazen diyorum ki iyi ki sağcı olmamışım, yoksa bu derece sığlık içerisinde ne yaparmışım?
- Eğitim Gençlik Üniversite. Peyami Safa, Ötüken Yay., 3. baskı, 1990. Yeni baskılarında etiket fiyatı 19 TL.
1071 meselesine dönecek olursak, aslında ben bu imza kampanyasının tüm üniversiteleri kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasını isterdim kimin ne olduğu belli olsun diye. Çünkü biliyorum, yıllar sonra herkes nasıl bu tasfiye hareketine karşı mücadele ettiğini anlatacak. Başladı bile, biz üniversiteden uzaklaştırıldığımızda sadece “arkadaşlarımız geri alınsın” diye Dokuz Eylül Üniversitesi’nde (DEÜ) bir imza kampanyası açılmıştı. Çok az imza toplandı. İmza vermeyen profesörlerden bir tanesine, ki kendisini ilerici olarak tanımlar, “Neden?” dediğimde, başka bir konu üzerinden rektörle mücadele ettiğini, konuyu değiştirmek istemediğini söylemişti. Geçenlerde yine karşılaştık, imza metnini çok aradığını ama ulaşamadığını söyledi. İlk bahanesini şimdiden unutmuş bile. Neyse, artık yapacak bir şey yok, kampanyayı yaygınlaştırmadılar ama AYM kararına karşı çıkan, başka bir deyimle devlete karşı çıkan bu 1071 kişi ve AYM kararı aleyhinde bildiri yayınlayan üniversite rektörleri ve “Yerel mahkemeler bu karara uymasın.” diyen Devlet Bahçeli hakkında devlete karşı gelmekten hatta alenen karşı çıkmaya teşvik etmekten dava açılmalı derim. Örgüt bağlantısı bile bulunabilir.
Türk Tabipleri Birliği Genel Kurulu bu süreçte payı olan hekimler hakkında etik açıdan soruşturmalar açılması kararı almıştı. Bu karar yaşama geçemiyor, en azından İzmir için böyle ama ben diyorum ki herkes kendi üniversitesi ve bilim dalında sorumlulukları olanları listelesin, ileride gerekli olacak. Benim listemde DEÜ’den dönemin rektörü, rektör yardımcıları, soruşturma komisyonu üyeleri ve işgüzarlıkla odalarımızı mühürleyen dekanlar; Ortopedi ve Travmatolojiden, YÖK başkan vekili, TÜBİTAK başkan yardımcısı ve 1071 içindeki İstanbul Medeniyet Üniversitesi ortopedistleri var. Bunu herkes yapmalı.