1985 ilkbaharıydı. Mayısın son günleri.
Cezaevinin rutin öğleden sonrası sessizliği koğuş kapısı mazgalının sürgü çınıltısıyla bozuldu. Nöbetçi astsubay ismimi zikrederek Sağmalcılar Sivil Cezaevi’ne sevkimin çıktığını, hazırlanmamı söyledi. Tahliyeme birkaç ay kala sevkimin çıkması pek hayra alamet değildi. Havalandırmaya seslenerek arkadaşlarla vedalaştım. Asker nezaretinde G-H koridorunu geçerken sağıma soluma baktım, benden başka sevk edilen yoktu. Tek kişilik bir sevk için haddinden fazla asker vardı. Ana kapı çıkışında ellerim kelepçelenerek nakil aracına bindirildim. Huylanmıştım. Tezgâha mı gelmiştim yoksa? Daha önce olduğu gibi siyasi şubeye sorguya götürülüyor olabilir miydim?
Mahkemenin sonuçlanmasının üzerinden bir zaman geçmişti ama Osmanlı’da oyun çoktu. Uyduruk bir ifadeyle tekrar tutuklama çıkartılabiliyordu. Ring aracının parmaklıklı penceresinden dışarıya bakıyor ama gördüğüm hiçbir yeri daha önceden bildiğim yerlere benzetemiyordum. Aradan çok zaman geçmişti. O mu bu mu derken araç ansızın durdu. Kapı açıldı. Telaşla koşturan askerlerin arasından öne çıkan bir subay “Getirin tutukluyu” dedi. İteklemelerine fırsat vermeden araçtan indim. Teslim formaliteleri hızla halledildi. Nasıl bir muameleyle karşılaşacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Yetkili olduğu duruşundan anlaşılan sivil giyimli biri gardiyana seslenerek “B-1’e götürün bunu” dedi, “Barış Derneği Davası’ndan yargılananların yanına.” (1)
“Hoş geldin merasimi”ne maruz kalmadan geçtim demir parmaklıklı kapıları. Koridorlar git git bitmiyordu. Sonunda geçtiğimiz kapılardan farkı olmayan demir parmaklıklı bir kapının önünde durduk. “Hacı” diye seslendi gardiyan - sonradan koğuş temsilcisi olduğunu öğreneceğim bir tutukluya - “Askeri cezaevinden misafiriniz var!”
B-1 KOĞUŞU
B-1 koğuşu; Barış Derneği Davası’ndan yargılanan çok sayıda aydın, yazar ve meslek odası temsilcisinin yanı sıra doğrudan ana örgüt davalarıyla ilişkilendirilemeyen değişik siyasetlere mensup sendikacı ve dernek yöneticilerine ev sahipliği yapıyordu. Kimlerin kaldığına ilişkin az çok bilgim vardı. Tanışma faslından sonra geldiğim yerle ilgili soru yağmuruna tutuldum. Sağmalcılar Askeri Cezaevi nasıldı? Hangi bloktan geliyordum? Geldiğim koğuşta hangi siyasetten insanlar vardı? Hasan’ı, Hüseyin’i tanıyor muydum? Neden sadece ben sevk edilmiştim, başka gelecek olanlar da var mıydı? Bir yandan sorulara yanıt vermeye çalışıyor bir yandan da nasıl bir yerde olduğumu anlamaya çalışıyordum. Görünürde 12 Eylül öncesi cezaevlerine benziyordu. Kimi eşofmanlıydı kimi pantolonlu gömlekli. Tek tip elbise uygulaması yoktu. Saçlar da sıfır numara tıraşlı değildi. Bir ara gözüm, koğuşa yeni birinin gelmesi her günkü olaymış gibi istifini bozmadan volta atmaya devam eden bir grup mahkûma takıldı. Tempolu yürüyorlardı. Yaşça benden büyüktüler. Bakışlarımı takip eden, sarışın, mavi gözlü arkadaş, “Onlar mı” dedi, “Barış Derneği Davası’ndan yargılanan abiler...”
İki katlı iki ayrı bölümden oluşuyordu koğuş. Alt katta yemekhane ve banyo bulunuyordu, üst kattaysa tuvaletler ve yatakhane. Düzenli olarak sabah, öğle ve akşam karavana geliyordu ama yetersizdi. Her siyasi grubun kendi komünü vardı. Komün oluşturamayacak kadar kalabalık olmayanlar karma komün oluşturmuştu. Karma komünlerden birine dâhil oldum.
Askeri cezaevinde olduğu gibi gündelik yaşantının düzenlenmesinden koğuş nöbetçileri sorumluydu. Karavana kazanlarının alınması, yemek dağıtımı, bulaşık ve yanı sıra tuvalet temizliği sırası gelen nöbetçilere aitti. Bir süre sonra nöbet düzeninde bir tuhaflık olduğunu fark ettim. Koğuşta altmışa yakın insan vardı ama nöbet sırası olması gerekenden daha sık aralıklarla geliyordu. Birileri kaytarıyordu. Kim ya da kimler nöbet tutmuyordu? Gerekçeleri neydi? Birkaç gün sonra siyaset temsilcileriyle yaptığımız tek gündemli toplantıda durum açıklığa kavuştu. Barış Derneği tutukluları nöbetten muaftı. Görebildiğim kadarıyla içlerinde top oynayacak, havalandırmada koşacak kadar sağlıklı olanlar vardı. “Neden?” diye sordum. “Kim aldı bu kararı? Kendileri mi istediler yoksa siz mi böyle olmasını uygun gördünüz?” Biraz kem küm ettikten sonra bir tür konsensüsle bu kararın alındığını ama onların da yabancı dil, matematik, fizik gibi kendi uzmanlık alanları üzerinden ders vererek katkı sunduklarını belirtti arkadaşlar. Olacak şey değildi. Devrimcilerin yaşadığı bir koğuşta, devrimci hayat tarzına aykırı bir “imtiyazlı” olma hâli ortaya çıkmış ve bu sanki doğal, olması gereken bir şeymiş gibi kabullenilmişti.
Aklım almıyordu. Koğuş ya da bir başka devrimci mekânda kişinin birikimi ya da yeteneği oranında kolektif hayata sunmuş olduğu katkı nasıl olur da basit, gündelik hayatla ilgili yerine getirmesi gereken sorumluluklarıyla takas edilebilirdi. Hele ki yaşı, sağlığı buna engel değilse! Daha birkaç gün önce, X siyasetinden, benden on beş yirmi yaş büyük bir sendikacıyla tuvaletleri temizlemiştim. İlgili temsilciye bunu hatırlattım. Kimseye zorla yapamayacağı bir iş yaptırmak gibi bir niyetim olmadığını ama yapabilecek durumda olup geçiştirmenin de buna ses çıkarmamanın da ayıplı bir davranış olduğunu, bu ayıbın en kısa zamanda temizlenmesi gerektiğini, aksi halde bu acayip durumu ilgili tüm çevrelerde tartışmaya açacağımı söyledim.
Bu konuşma sonrası ortam değişti. Bir şekilde işleyen düzeni rahatsız eden kelam etmiş, pişmiş aşa su katmıştım. Havalandırmada, koğuş içi karşılaşmalarda gözlerin kaçırıldığını, selam sabahın kesildiğini fark ettim. Belli ki mesele özünden saptırılarak aktarılmıştı. Farklı düşünenler vardı elbette. Karşılıklı olarak birbirimizi anlamaya çalışıyor, denk geldikçe sohbet ediyorduk. En büyük engel, kökleri ‘80 öncesine giden karşılıklı koşullanmışlıktı. Onlar bizi goşist olarak görmüştü, bizse onları pasifist. Aynı menzili farklı yollardan yürümüş olsak da neticede karşı-devrim bizi aynı koğuş çatısı altında buluşturmuştu ama önyargılar hâlâ geçerliliğini koruyordu. Yabancıydık birbirimize. Anlam kapıları “şartlanmışlık” koduyla kilitlenmişti.
ÇİMENTO, NEP VE LENİN
Koğuşa intikal etmemin ikinci ayıydı sanırım. Artık aramızda olmayan abilerimizden biriyle havalandırmada karşılaştık. Laf lafı açtı. Konu Rus Devrimi’ne, oradan da iç savaş ve yeni ekonomi politika (NEP) dönemine ve tek ülkede sosyalizm meselesi bağıntılı olarak anavatan savunmasına geldi. Abimiz Gladkov’un Çimento romanını okuyup okumadığımı sordu. “Okudum, Fabrika adıyla da yayınlanmıştı” dedim. Şaşırdı. Okumuş olabileceğimi düşünmemişti sanırım. Sözlerime “Sosyalist bürokrasiye, yönetici elitlerin sınıfa yabancılaşmasına ilişkin sert eleştiriler içeren güçlü bir eser” diyerek devam ettim. Şaşkınlığı geçmiş, dikkatle beni dinliyordu. “Anladığım kadarıyla NEP dönemini eleştiriyorsun ama emperyalist kuşatma altındaki sosyalist cumhuriyetin yaşayabilmesi için NEP gerekliydi, bürokratlar da öyle” dedikten sonra ellerini kocaman açarak “Sana başka bir hikâye anlatacağım” deyip söze başladı. (2)
Anlattığına göre hikâye yine NEP döneminde geçiyordu. Yerel Sovyet iç savaştan yeni dönmüş karı kocayı ayrı bölgelerde görevlendirmiş, kadın partizana Çarlık dönemi bürokratının başında olduğu bir Kolhoz’da çalışmak düşmüştür. Söz konusu Kolhoz, bölgenin en önemli tahıl ambarıdır, üretimin aksamaması hayati öneme sahiptir. Bir yerden sonra Kolhoz yöneticisinin aynı zamanda parti üyesi olan kadın partizanla olan ilişkisi şirazesinden çıkar. Tacizle başlayan uygunsuz davranışlar tecavüzle sonuçlanır. Konu Yerel Sovyet’e getirilir. Yönetici “önemli” biridir. Karar almakta zorlanırlar, konu Lenin’e kadar gider.
Anlatının bu noktasında gayri ihtiyarı olarak “Lenin’e mi?” dedim, “Evet Lenin’e” deyip anlatmaya devam etti.
Lenin, düşünceli bir şekilde alnını kaşıyarak tek bir soru sorar: “Yöneticiyi görevden aldığımızda işleri aksamadan yürütebilecek başka biri var mı?” Yerel Sovyet’tekilerin “Yok. Ne yapalım?” demeleri üzerine Lenin’in yanıtı: “O zaman kadın yoldaşın görev yerini değiştirin” olur.
Gençtik, sosyalizm fikrine gönülden inanan, doğru bildiğini söylemekten sakınmayan devrimcilerdik. Dayanamadım, “Lenin halt etmiş” dedim. Abimiz, çok değer verdiği bir yakınına sövülmüş gibi zınk diye durdu. “Lenin halt etmiş mi dedin?” diye sordu. “Evet” dedim, “Böyle bir sorunun Lenin’e kadar gittiğini sanmıyorum ama eğer böyle bir şey olmuş ve böyle demişse, tekrar ediyorum Lenin halt etmiştir. Neden dersen çünkü sosyalizm sadece üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı bir sistem değildir, aynı zamanda yeni tip insan ilişkilerinin örgütlendiği bir sistemdir. Bu verdiğiniz örnekte ahlaki bir düşkünlük, yeni tip insan ilişkilerini kısa vadeli çıkarlara kurban eden bir pragmatizm var.”
Yanıt vermedi. Bir süre daha voltaya devam edip ayrıldık. Kaldığım sürece de bir daha birlikte volta atmadık.
TAHLİYE
Bu arada durduk yerde neden sivil cezaevine sevk edildiğim netleşmişti. Hakkımda askeri cezaevinde isyan örgütlemek ve görevli personele mukavemette bulunmaktan dava açılmıştı. Dert belliydi. İnfazımı yakıp, bilfiil cezanın tamamını yatıracaklardı. TİP davasından tutuklu bulunan Avukat Alp Selek’in katkılarıyla itiraz ettik. (3)
Günler, haftalar ardı ardına devriliyor ama mahkemeden olumlu ya da olumsuz bir yanıt gelmiyordu. Birkaç kez yapılmasına rağmen bir türlü karara bağlanamayan koğuş nöbeti gündemli toplantının hemen öncesiydi. Akşam postasıyla birlikte tahliye haberim de geldi. Mahkeme itirazımızı haklı bulmuştu. Ertesi sabah tahliye ritüeline uygun biçimde beni alkışlar eşliğinde uğurlayanlar arasında Barış Derneği davasından abilerimiz de vardı.
Benden sonra B-1 Koğuşu’nda gündelik hayat, devrimcilere yakışır bir şekilde düzenlendi mi bilmiyorum. Ara sıra karşılaştığım, saçına sakalına aklar düşmüş mavi gözlü arkadaşa - olumsuz bir yanıt duymak istemediğim için belki de - “Benden sonra ne oldu?” sorusunu hiç sormadım.
1985 baharında yolum Sağmalcılar Sivil Cezaevi’ne düşmeseydi, orada B-1 Koğuşu’nda Barış Derneği tutuklularıyla birlikte kalmasaydım, hayatımın sonraki döneminde de Çimento romanında işaret edilen yanlışlarımızı sıklıkla yâd etmeseydim ve en önemlisi devrimci hayat tarzına aykırı bir imtiyaz hâlinin tanığı olmasaydım yıllar sonra da olsa bu yazı yazılmazdı. (4)
Bu yazıyı yazdıranın bin dermana değişilmeyecek kadim derdimiz olduğunu kabul eden herkes için şu husus açıktır sanırım:
Sosyalizm tarihsel olduğu kadar güncel bir olgudur da.
Devrimcilik de öyle!
DİPNOTLAR
1. 12 Eylül askeri faşist darbesi sonrasında binlerce derneğin faaliyeti durduruldu, yüzlercesi hakkında dava açıldı. Sıkıyönetim mahkemeleri tarafından soruşturmaya uğrayan derneklerden biri de Barış Derneği’ydi. Mayıs ‘82’de açılan dava devam ederken açılan ikinci bir davayla yargılananların sayısı çoğaltıldı. ‘86 Mart’ında iki dava birleştirilerek tek bir dava hâline getirildi. Benzer birçok davada olduğu gibi yıllara yayılan dava, 21 Nisan 1991 tarihinde yargılanan tüm sanıkların beraat etmesiyle sonuçlandı.
2. Çimento romanı, 1925 yılında yayımlanır. Fyodor Gladkov’un bürokratlaşmaya, yönetici elitin sınıfın yerine geçme tehlikesine yönelik eleştirilere yer verdiği roman, ülkemizde önce Çimento, yasaklandıktan sonraysa Fabrika ismiyle basılır. Yayınlandığı dönemde SSCB’de ve çevrildiği diğer ülkelerde; gerek sosyalizmin inşa sürecindeki hataları yapıcı bir tarzda ortaya koyan dili gerek “yeni bir hayat için geçmişi öldüren, yakan” Daşa özgülünde kadının mücadele içinde özgürleşmesine yönelik vurguları nedeniyle ilgiyle karşılanır. Şimdi geriye dönüp baktığımda merhum abimizle yaptığımız tartışmanın aslında uzak erimde tek ülkede sosyalizm yakın erimdeyse ikâmecilikle (yerine geçme) ilgili olduğunu görebiliyorum. Nasıl ki yönetici elitler, o kısa dönemde imtiyazlı bir sınıf konumuna yükselip sosyalizmi kendi değerlerine yabancılaştıran bir pratiğin yolunu açtıysa Türkiye Solu da aydınlarına ve yönetici kadrolara bahşettiği ayrıcalıkla kendi içinde bürokratlaşmaya ve “idare etmeye ayarlı” bir mücadele anlayışının yolunu açtı. İktidar perspektifi içerikli bir mücadele ve “sınıf” unutuldu. Oysa “çimento” işçi sınıfıydı. Sosyalizm; onun, işçi sınıfının ideolojisinde içkin yeni bir toplum, yeni türden insan ilişkileri vaadiydi. NEP dönemi sosyalizminde ve B-1 Koğuşu’nda ihmal edilen gerçeklik buydu.
3. Gerek kuşak farkının getirdiği handikapların gerek ayrı siyasi geleneklerden geliyor olmanın getirdiği mesafenin kırılmasında Alp Selek’le olan ilişkimizin önemli bir rolü oldu. Yeri ayrıdır. Onun adli mahkûmlardan gelen dilekçe yazım taleplerini de yüksünmeden karşılayışına çokça tanık olmuşumdur.
4. Şunda bir şüphe yok: Barış Derneği Davası, aydın muhalefetinin kırılması, sindirilmesine yönelik uygulamaya sokulan özel operasyonlardan biriydi. Çok sayıda değerli aydın, yazar, bilim insanı yıllarca tutuklu kaldı, davanın nasıl sonuçlandığını göremeyenler oldu. Onların bizim aydınlarımız olarak devletin gadrine uğramaları ayrı bahistir, üyelerinden bazılarının birlikte bir hayat içindeki eksiklikleri ayrı bahis. İlk bahis tereddütsüz yan yana olmayı gerektirir; sonrakiyse kol kırılır yen içinde tavrını bir kenara bırakarak eksikleri, yanlışlarımızı konuşmayı. Bu yazı özgülünde yapılmaya çalışılan da budur.