Yaklaşık üç hafta önce İzlanda’da yapılan seçimlerin sonuçlarına göre, parlamentodaki kadın milletvekili sayısı erkekleri geçti. Böylelikle Avrupa’da ilk defa bir parlamentoda kadın vekil sayısı erkeklerden fazla oldu (33’e 30).(1) Sonrasında bu haber düzeltildi(2) ama aslına bakarsanız bunun bir haber değeri olmaması gerekirdi; öyle ya madem dünya nüfusunun yarısı kadın, yarısı erkek, parlamenter sayısı kimi zaman kadın, kimi zaman erkek nüfusun hafif üstünlüğüyle yaklaşık eşit olmalıydı dünyanın her yerinde. Hatta bu eşit temsil parlamentoyla da sınırlı kalmayıp, yaşamın her alanında geçerli olmalıydı. Hatta sadece cinsiyet farklılığı değil, etnik, siyasi, coğrafi, kültürel farklılıklar da toplumdaki oranlarıyla her yerde görülebilmeliydi. Üstelik, kota koyulmadan, hesaplama yapılmadan, doğal olarak gerçekleşebilmeliydi. Yani, ayrımcılık olmamalıydı.
Bu yazdıklarıma sadece ‘böyle olsa iyi olur’ gözüyle bakmamak gerekiyor, bunun ötesinde insan temel hak ve özgürlüklerinin hayata geçmesi karşısında en büyük engellerden birinin ayrımcılık olduğunu düşünerek bir mücadele alanı gibi algılamak gerekiyor. Konu gerçekten önemli ve karmaşık, öyle ki bir zamanlar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinde, KHK depremine dek ‘Ayrımcılığa Karşı Dersler’ adı altında bir program bile vardı. İşte bu dersler Ülkü Doğanay’ın editörlüğünde Ayrımcılığın Yüzleri kitabında bir araya getirildi. Doğanay’ın vurguladığı gibi “‘Biz’ ancak ‘bizden olmayanlar’ tanımlanırsa anlam kazanacaktır. Söz konusu tanımlama, aynı zamanda ‘işaretleme’, ‘damgalama’dır.” Elbette bu işin de temeli ekonomik, Wallerstein’ın dediği gibi “kapitalizm daha az ücret vereceği zenci bulamazsa, kendi zencilerini yaratır.” Üstelik çeşitli ayrımcılıkların yaygınlaşması, temel farklılığı, yani sınıfsal farklılığı da maskeleyeceğinden her zaman çok kullanışlı bir enstrümandır.
KÜNYE: Ayrımcılığın Yüzleri. Ülkü Doğanay (Der.); Kapasite Geliştirme Derneği Yay., 2018. Dernekten edinilebilir.
Burada öncelikle ayrımcılığın olağanlaştırılmamasına uğraşmak gerekiyor. Örneğin polisin panzerle duvara sıkıştırarak öldürdüğü bir kişinin, basında “Bir gösterici panzerle duvar arasına sıkışarak öldü” şeklinde verilmesini yadırgamak gerekir başlangıçta; sanki gösterici kendisini araya sıkıştırarak intihar etmiş gibi! Yetmez, bilimsel açıdan eşcinselliğin hastalık olmadığı bilinmesine karşın, Türkiye’de askerlikten muaf olmak için ‘hasta’ raporu verilmesi gibi! Yetmez, ‘Alevi Açılımı Nihai Raporu’nda Alevi taleplerinin devrim yasaları ve laiklik ilkesiyle çatıştığının söylenmesi gibi! Hiçbiri kabul edilmemeli.
Bütün bu ayrımcılıklar, ırk, din, milliyet, cinsel veya statü ayrımı, sonunda insan hakları başlığı altında birleşir. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) hazırladığı Türkiye İnsan Hakları Raporu 2020’de yine sıkıntılı bir yılı geride bıraktığımızı görüyoruz. Durum sıkıntılı ama TİHV “30 yıldır en zor koşular altında kesintisiz şekilde hak ihlallerini görünür kılmaya ve bunların asla yaşanmadığı bir dünya için mücadele etmeye devam ediyor.” Büyük boy, 343 sayfalık raporda çoğu iki cümle halinde on binlerce insan hakları ihlali anlatılıyor. Üstelik bunların 3291 tanesi ölümle sonuçlanmış. Yani biz otururken, yemek yerken, keyifli bir kitap okurken, müzik dinlerken, sohbet ederken, bu ülkenin bir yerlerinde yeni bir insan hakkı ihlali yaşanıyor. Elbette bunlar hemen olup bitmiyor; eskiden başlayan ihlaller de sürüp gidiyor.
KÜNYE: Türkiye İnsan Hakları Raporu 2020. Eylem Yıldızer, Deniz Zarakolu, Coşkun Üsterci (Haz.); TİHV Yay.,2021, satılmıyor, Vakıftan istenebilir.
Raporu okuduktan sonra, gözlerimi kapatıp herhangi bir sayfayı açıp, elimi herhangi bir satırın üzerine koydum:
-Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek açlık grevi sonrası 7 Mayıs’ta yaşamını yitirdi.
-ESP üyesi ve Sosyalist Kadın Meclisi Ankara il temsilcisi Burcu Durak 19 Ağustos’ta kendisini polis olarak tanıtan kişilerce kaçırıldı.
-20 Mart’ta Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesinde Gümrük müdürlüğüne ait bir araca HPG militanlarınca düzenlenen roketli saldırıda bir gümrük personeli öldü, bir asker yaralandı.
-Sincan Kadın Cezaevi’nde tutuklu bulunan Aysel Koç 3 Mart’ta yaşamını yitirdi. Koç’un bir süre önce babasına “bizi buradan sağ çıkartmazlar” dediği öğrenildi.
-Kayseri Bünyan cezaevinde Bayram Sevgi isimli hükümlünün maruz kaldığı işkence ve kötü muameleye karşı 21 Şubat tarihinde ölüm orucuna başladığı öğrenildi.
-Diyarbakır’ın Eğil ilçesi HDP’li Belediye Eş Başkanı Mustafa Akgül 24 Mart tarihinde tutuklandı.
-KHK ile ihraç edilen iki öğretmen Nursel Tanrıverdi ve Selvi Polat’ın işlerine geri dönmek için Bakırköy meydanında yaptıkları oturma eylemine polis 13 kez müdahale etti.
-Kaz Dağları nöbetine katılmak için Çanakkale’de bekleyen gruba polis müdahale edip, şiddet kullanarak 16 kişiyi gözaltına aldı…
Ve böyle sürüp gidiyor. Yukarıdaki örnekleri yazarken hiçbir biçimde seçim yapmadım, en ağır ihlalleri seçmeye çalışmadım; anlattığım gibi denk geleni yazdım. Bu raporu okuduktan sonra yaşama günlük sorunlar üzerinden bakmak artık çok zor.
Raporun bence eksik yanı, toplumsal yaşamın dinselleştirilmeye çalışılmasından kaynaklanan insan hakları ihlallerine değinilmemesi. Yargının dincileştirilmesi ve sonuçları, tarikat yurtlarındaki çocuklar, ülkeyi saran ibadet baskısı vs. Bence bunlar da raporda yer almalıydı.
TİHV, insan hakları ihlallerini görünür hale getirmenin yanı sıra, işkence ve diğer kötü muamele mağdurlarına tıbbi yardım da yapıyor. Bu kapsamda Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri Raporu 2020’i de yayınladı. Bu dönemde TİHV’e 605 başvuru olmuş. İşkence görenlerin 20 tanesi çocuk. Raporun en korkutucu yönlerinden bir tanesi zorla kaçırma/kaybetme girişimlerinin tekrar başlamış olması.
KÜNYE: Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri Raporu 2020. Aytül Uçar, Ümit Biçer (Haz.); TİHV Yay.,2021, satılmıyor, Vakıftan istenebilir.
Bunların ötesinde, her iki raporu beraber değerlendirdiğimizde işkence ve kötü muamele yapılanların çok küçük bir bölümünün TİHV’e başvurduğu anlaşılıyor. Sadece işkencenin belgelenmesi bile, işkencenin önlenmesinde bir adımdır. İşkence yapanların bunun ‘yanlarına kâr kaldığını’ düşünememesi gerekir. Bunun için her kötü muamelede TİHV’e ulaşılmalı, en azından belgelenmesi için.
Elbette ayrımcılık ve insan hakları ihlalleri Türkiye’ye özgü değil. Evet Türkiye’nin karnesi bu açıdan çok kötü ama neredeyse dünyanın her yerinde böyle bir sorun var. Zaten ayrımcılık dendiğinde ilk akla gelen ABD’deki etnik ayrımcılık olur. Doğrusu da bu; günümüzdeki ayrımcılığın ve işkencenin merkezinin ABD olduğu yadsınamayacak bir gerçek. Bu konuda 1945-1957 yılları arasında faaliyet gösteren ‘Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi’ne bakmak yeterlidir. Esas olarak komünizme karşı kurulan bu komitenin sorguları sırasında etnik ve diğer ayrımcılıklar da belirgin hale gelmişti ve tutanakların bir kısmı İhanet Yılları isimli kitapta yayınlanmıştı. “Anayasal haklar zenciler tarafından kullanılacak olursa, sistem anayasaya sadece bir kâğıt parçası gözüyle bakar” saptaması bu tutanaklarda bulunmaktadır. O yıllarda Bertold Brecht, Hanns Eisler, Paul Robeson, Arthur Miller gibi isimler bu komiteye ifade vermiş, Rosenbergler öldürülmüş, çok sayıda aydın hapse atılmış, daha fazlası işsiz kalmıştı.
KÜNYE: İhanet Yılları. Cem (1975) ve Kavram (1986) Yay., basmıştı. Çev.: Ülkü Tamer, sahaflarda 2-660 TL.
Evet, biraz iç karatıcı kitaplar oldu bir kez. Böyle durumlarda şöyle bir düş kurmakta yarar var gibi geliyor bana: ayrımcılığın yapılmadığı, soruşturma komisyonlarının olmadığı, TİHV gibi kuruluşların gereksiz hale geldiği bir dünya. ‘Eskiden bunlar vardı’ diye anlatıldığında, yeni nesillerin ‘sanırım uyduruyor’ diye düşündüğü bir dünya. Ne güzel değil mi? Güzel ama hiçbir güzellik elini taşın altına koymadan gerçekleşemiyor.
(2)Kesin sonuç 33’e 30 erkek çoğunluğu oldu.