Ay fasulyesi de nereden çıktı demeyin; esasen Teksas’ta olduğunu öğrendiğim bir kahve markası. Oysa kahveyle bir alâkası yok. “Moonbeans” diye giriş yapılırsa, Google görsellerinde, eflatun-mora çalan renkte ve hilal şeklinde bir fasulye resmi çıkıyor. Kahveye adını vermesi, fasulye çekirdeğinin beyaz da olan, daha çok bordoya çalan renginden olsa gerek. Yani fasulyemiz, timsal olarak kahve çekirdeğine benzetiliyor. Durum böyle olunca kahvenin logosunda da kullanılıyor. Botanik adı olarak “Dolichos lablab” kayıtlara düşmüş görünüyor. “Lab lab” Avustralya yerlileri olan Aborjin’lerin bitkiye taktığı bir isim. Anlaşılıyor ki, asma aralarında da yetişen ve hafif zehirli glikozitler içeren bu fasulyenin anavatanı sadece Amerika değil. Falan, falan…
İyi de yazıyla ne alaka veya kel alaka…
İlki şundandır, bu denli toplumsal bir alaşağı olmanın ufkunda yaşarken ve bu sayfalardan ilk beklenti, bodoslama güncelin içine dalma oluyorken, laf olsun beri gelsin misali, hafif bir başlangıç yapmak istememdendir…
Diğerini sonra bağlayacağım…
***
Ankaralılar, Mithatpaşa Caddesinin başından, Sıhhiye Meydanına doğru bütün haşmetiyle bakan, Kocatepe Camiini iyi bilirler. Çok tanrılı dinler zamanında, tapınağın etrafı nasıl agora ise, İslam’da da cami altı ve civarında ticaret hayatı bugün de aynen sürüp gitmektedir. Örnek isterseniz, Kocatepe’nin alâmetifarikası “Beğendik” mağazasıdır. Cami yapıldığı günden bu yana, caddeye açılan alt katta, her çeşitten reyonuyla ticaretle iştigal etmektedir. Bu itibarla Ankara’nın ilk AVM’si de sayılır…
Gelelim bu bapta da fasulyenin faydalarına…
Beğendik mağazasının uydurmadan sayılacak kitap reyonunda üç-beş aydır hummalı bir faaliyet var. Sudan ucuz kitaplar, sebil gibi satışa arz edilmiş durumda. Kitapevlerinin ellerinde kalan ve depoların tozuna mahkûm olan binlerle kitap, ucuza sergileniyor ve okumayan yurdum insanının beğenisine çıkıyor. Şu günlerde sayısı azalsa da, bu vesile ile cidden iyi kitaplar da bulduğumu düşünüyorum. Onca hay huy arasında, kendimi daha da fazla okumaya vurmuş bulunuyorum…
Geçenlerde, tezgâhlardan birinde, “Kahrolması Gereken Şeyler Üzerine” başlığını taşıyan bir kitap buldum. Yazarı “Murat Kandemir”. Sınırsız kitap yayınları arasındaki kitabın alt logosunda ise şunlar yazıyor: “Kahrolsun, Kahrolmamış/ Kahrolması gereken/ Kahrolasıca şeyler”.
Kuşkusuz kitabı bir solukta okudum. Elli dokuz kısa ve özlü makaleden oluşan kitap, sade dili ve sağlam fikri örgüsüyle, mizahın da dilini kullanarak hem okutuyor ve hem de acıtıyor.
***
Sen, ben, biz veya hepimiz veya nam-ı diğer solcular; artık kimlersek (?); iki temel meseleyle yakından ilgiliyizdir. Haksızlıklar, adaletsizlikler ve bilcümle eşitsizlik ve benzerlerinin kendilerini ve kapitalist emperyalizm gibi müsebbiplerini anarken, ilk elde onları bir güzel kahrederiz. Sonra ayağımız yere daha sağlam bassın hesabından olsa gerek, ölüp kalanlarımızı da işe dâhil ederek, düzene içkin bütün memnuniyetsizliklerimizin “hesabını soracağımıza” bir güzel de yemin ederiz. İster yürüyüş, ister mahkeme salonu, ister mahpushane ve isterse bildiri metni olsun, bu ikiliden kolay kolay veya hiç vazgeçmeyiz.
Şimdiye değin hangi yolu aldığımız sorulursa; ben, yani nasıl derlerse işte, şu ömrü hayatımda, “kahrolmamış; kahrolması gereken; kahrolasıca şeylerin” henüz kahrolduğunu göremedim. Hesap sormaya dair de, yemini bir türlü tutamamaktan öteye geçildiğini hiç işitmedim. Ama olsun sözümüz sözdür. İtikadı bozmak ya da fıtratımızdan ödün vermek kitabımızda yoktur…
***
Murat Kandemir kitabında, “Enformasyon kirliliği üzerine” başlığıyla yazdığı son makalenin son paragrafını şöyle bağlıyor:
“Mantalite farkına bakacak olursak:
Kuzey Kore’de enformasyon edinmenin amacı dünyayı yeniden kurgulamak.
Türkiye’de ise,
açılan tabut sayısının
açılan sandık sayısına oranını
standart sapmasıyla birlikte
iktidarın istediği “altın oran”a bağlamak.”
Memleketin durumu, tam da bu bam telinden şecaat arz ediyor…
Artık “altın oran” şudur: Son günlerin millet olarak gark olduğumuz derin yeis ve yasının içinde, Ankara ve İstanbul’un aynı haftalar içine sıkışan yeni bombalı saldırılara sahne olduğunu bir kez daha yaşıyoruz. Ve galiba tevekkül ile sıranın hangi piyangoda kendimize çıkacağını, çentik atıp sayıyoruz…
Devletin her türlü tedbiri aldığını ve meselede istihbarat zaafının olmadığını ve niyeyse tüm istihbaratın da ABD ve Almaya Elçiliklerinden yurda yayıldığını içimiz acıyarak seyrediyoruz.
İstanbul teröründe IŞİD parmağının sabit olması üzerine, kimi aktrollerin bombacıya neredeyse methiye düzdüğünü ve çok adam ölmesin diye seyrek bir kalabalığın tercih edildiğini tivitlerinden öğreniyoruz. Aktroliçelerden birisi ise, antisemitizmde sınır tanımıyor ve yaralanan İsraillilerin de ölmesinin kendince daha caiz sayılacağını beyan ediyor. Artık gördük ve duyduklarımızdan aklımızın dumura uğradığın fark edip ve yanı sıra tutulmuş nutkumuzu içimize iyice hapsediyoruz…
Devasa anakentlerin, düne değin, kalabalıktan milim milim ilerleyen meydan ve caddelerinde, şimdi in ve dahi cinlerin birbirine top attığını, memlekette kendiliğinden bir sokağa çıkma yasağı ve sıkıyönetim oluştuğunu görüyoruz.
Karaman’da mukim “Ensar Vakfı” adıyla anılan bir çocuk yurdunda, kırk beş oğlanın cinsel tacize uğradığını işittiğimizde, deruni bir biçimde şoke oluyoruz. Bu gidişattan tedirgin ahalinin yarısında, “nabız, tansiyon sıfır; şuur yarı kapalı”ya intikal ediyor. Sonra ve artık nasıl sorumluluksa “aileden sorumlu” bakanlığın başında oturan bayan bakan, ortalığa düşüyor; bu nasıl bir hayâ dedirten beyanatını patlatıp, bir defadan bir şey olmayacağı müjdesiyle şürekâsını ferahlatıyor. Biz ise o sırada, bir defa daha, kahredemeden kendimiz kahroluyoruz…
Bunlar yeter mi? Şeytan azapta gerek dedirten bir örnekle, adını anmayı zül saydığım bir üniversitenin rektör yardımcısı, bir yerlere yaranmada sınır tanımayan bir sona erişiyor. Neymiş? Memleketin başına ne geliyorsa okuryazardan geliyormuş. O nedenle hazret cahilleri tercih ediyormuş!
Buna artık ne denirse, “bak git…” kâfi gelirse…
***
Sonra efendim, sıra Belçika-Brüksel hava alanındaki terör saldırısına geliyor. 22 Martta Brüksel'deki Zaventem Uluslararası Havalimanı'nda iki patlama yaşanıyor. Ardından, İstiklal caddesini, memleket ahalisinin terörü protesto etmesine karşı kapayan İçişleri Bakanlığı ve Valilik, bu defa AB’li başkonsoloslara aynı caddeyi barış yürüyüşü için açıyor ve Belçika’da ölenlerin değeri bir defa daha bizler tarafından da iyice anlaşılıyor…
Uluslararası işbirlikçilikte, kapitalist emperyalizmin bütün merkezleri mükemmel bir dayanışma örneği sergilerken, halkımızın büyük kısmı Ankara ve İstanbul’da, geçen ekimden bu yana bombalı saldırılarda peş peşe ölen onca insana, neden kıl depreştirilmediğinin derin üzüntüsünü yaşıyor.
Üzüntü duyanlar bakımından anlaşılamayan; Suriyeli mülteciler üzerinden at pazarlığı yapan; adeta 19. yüzyılın köle pazarlığına oturan ve beraberce bir insanlık ayıbına ve kazan kazan politikasına imza atan, hem Türkiye ve hem de AB yöneticileri, bölgenin yeni insani değerlerine de böylelikle bir don biçmiş oluyor. Türkiye halkının payına da, kıçı, başı açık bir donsuzluk düşüyor…
***
Yazarken içim sıkıldı; neredeyse soluksuz kalıyorum…
Şu saptamaları da yapıp sona varmak istiyorum…
Türkiye’de terör iki koldan devam ediyor. Bir ayağını IŞİD, diğerini Kürt hareketinin muhtelif silahlı kollarından birisi veya birden fazlası oluşturuyor.
RTE ve şürekâsı düne kadar sınır kapılarını açıp, dağdan ovaya indirdiği ve “açılımı” o gün de tam bir “saçılım” olan girişimini, eline yüzüne bulaştırmış ve bu basamakta da tam bir fiyaskoya imza atmış görünüyor. Kürt siyaseti çok parçalı, sivilinin yanında silahlı, teçhizatlı ve ABD-AB destekli olarak Büyük Orta Doğu Projesinin bir parçası olarak yola devam ediyor. Bunu onaylamayan Kürtlerin ise bu cendere dışında sesi ve esamisi pek ortaya çıkamıyor. Nereden çıkardığımı soracak olanlara da, adres İsrail Dışişleri Bakanının demeci oluyor.
Ulusların kaderini tayin hakkı meselesini, emperyalizmin politikaları içinden sağarak sonuca varmanın, bu itibarla zorlaştığı ve dün aynı tarafta olanların bugün cana kast edecek kadar zıtlaştığı bir aşamada, işin ceremesini Türkiye’nin doğu illerinde yoksul Kürt halkı, batısında da öteki emekçiler, yani sokaktaki Türkler çekiyor.
Düne kadar, hükümetin gözü önünde kazılan hendekler, “açılım” sürecinde bir ayrışma sorunu oluşturmazken…
Suriye meselesinde yeni bir ABD-Rusya zoraki ittifakıyla, işin hükümet bakımından şekli başka bir veçheye dönüştüğünde…
Ve Suriye cenahlı Kürt federasyonu, bu vesile ile o bölgede rüştünü ispat ettiğinde…
İçe yönelik siyasa, birden hendek kapatmaya ve patlatılan bombalarla telef olup giden asker-polis cenazelerinden yeni bir anayasal yapılanmaya yol döşenmeye çabalamaya dönüşüyor. Yani, an olarak yaşanan karabasan ve kâbus böyle bir görünen yüze bürünüyor.
Ceremesini de, Türkiye’nin Türkleri ve Kürtleri, acı ve ölümle yoğrulmuş bir ayrışmanın eşiğine gelerek çekiyor…
Görünen bu denli çıplaksa da, bunun kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Bu memleket hepimize yeter ve ortak bir yurttur.
***
Bu arada, neredeyse bütün mahfillerde ve ayan beyan ABD-AB yöneticilerinin demeçlerinde; yanı sıra Avrupa gazetelerinde, manşetten verilen RTE karşıtlığı, bir süpürülme sinyallerinin görünen yüzü kılınmaktadır.
İşin acı olan yanı, memleket ahalisinin terörden, bombadan yılgın haline istinaden, RTE sanki tek başına giderse, düzlüğe çıkılacağı hayali, hayli gıdıklamakta ve halk nezdinde, gidişatla ilgili her türlü senaryo kabul edilebilir kılınmaktadır. İşte bu memleket adına başka bir talihsizliktir.
Mesele, Türkiye’de islamofaşist bir rejim kurma sürecine girmiş siyasetin götürülmesi ise, buna ABD-AB mahfillerinin dahildar olması, Türkiye’nin okyanusta sandalla gezinmesine ilişkin yeni bir karar ve onunla ilgili sürecin çoktan başlatıldığının başka bir resmidir.
***
Karamanoğlu Mahmut Bey, Osmanlı’nın fetret dönemindeki onlarca reisten birisidir. Akıllı olduğu ve siyaseti bildiği ve hikâyedeki diğer roller artık kime aitse ki, Timurlenk’le irtibat pek gerçekçi değildir; daha çok Yıldırım Bayezit veya Çelebi Sultan Mehmet ile bu bey arasında geçtiği rivayet edilir.
İlk rivayete göre, “Karamanoğulları, gece bir Osmanlı kalesini kuşattığında, askerlerinin sayısını çok göstermek için koyunların kafasına kandil yerleştirmiş ve kaledekilerin uzaktan bakınca deniz gibi bir ordu görerek teslim olmalarını sağlamıştır.”
İkincisi ise savaştan baş alamayan Osmanlı ile Karamanlılar, barış için bir toplantıda yan yana gelir ve Mahmut bey elini koynuna götürüp “bu can çıkmadıkça Osmanlılarla savaş etmeyeceğim” yeminini verir; çadırdan çıkışta ise koynundaki haber güvercinini saldığıyla beraber “can çıktı söz bitti” diye savaşa yeni asker çağırır.
Koynundan çıkarmayı, halk ağzı küçükbaş koyun yapar ve “kazık atma ile güvensizliğin” darb-ı meseli kılar. İngiliz’de buna, bu hikâyeden bağımsız, aynı anlama "not so innocent as he looks" der…
***
Kısacası memleket, iç siyasetinin içine düştüğü bu aymazlıkta, yeni bir emperyalist manipülasyon ve kuşatmaya, Karaman’ın koyunu hesabı soluksuz sürüklenmekte ve frensiz gitmektedir.
Ay fasulyesine gelince, ziraatı dışında, ovada, bağda kendiliğinden yetişen bu hafif toksik sebzenin en önemli tüketicisi, benzetmek gibi olmasın ama otlayan koyunlardır.
İyisi mi, ne fasulyeden böyle fasulye beğenelim; ne de görülecek bir hesap varsa, başkası üzerinden buradaki defterin dürülmesini onlardan bekleyelim.
Haydi, umuda dair çıkış için bir mim koyalım…
Haziran Direnişinin dün yayınlanan bildirisini iyi okuyup, kendimizi, kendimize rehber kılalım…