Sonunda anılarımı yazmaya başladım.
‘Sonunda’ diyorum, çünkü önceki yıllarda da bu işe birkaç kez girişmiş, ama sonuna kadar gidememiştim.
Bazen erken bulduğum için, bazen yeterince ‘içten’ davranamadığımdan ötürü. Elbet şimdi artık hatırlayamadığım nedenler de vardır.
Ama bu defa, zamanım yeterse eğer, sonuna kadar gitmeye kararlıyım. Ve sanırım bu kararlılığımın başlıca nedeni ‘daha erken…’ diyebileceğim eşiği aşmış olmam. Hayatının yetmiş beş yılını geride bırakmış biri açısından artık hiçbir şey ‘daha erken…’ değildir.
Kaldı ki, tek sorun yetmiş beş yılı geride bırakmak da değil. Hatırlayabildiğim kadarıyla, özellikle de son yıllarda, bedenimle aramızda hep çok dürüst bir ilişkimiz oldu. Ne o bana yalan söyledi, ne de ben onu, bana verdiği açık ve örtülü işaretleri umursamayacak kadar hafife aldım.
Ve son zamanlarda işaretler çoğaldı.
Ölüm olgusu ile hesaplaşmamı en geç bundan birkaç yıl önce, “Vergilius’un Ölümü” çevirime son noktayı koyduğum gece tamamlamıştım. Daha çevirinin başlarında, yani bundan onyıllar önce, eserin yazarı Hermann Broch’un bir sözünden çok etkilenmiştim: “Ölüm, hayatın doğal bir uzantısıdır ve bu gerçeğin bilincine varamayan, hayatını da tam anlamıyla yaşayamamış demektir…”
Ölmekten korktuğum oldu mu hiç, bunu artık gerçekten hatırlamıyorum. Ama sanırım olmadı. Buna karşılık yaşamaktan korktuğum gerçekten çok oldu.
Şimdi de korkuyorum. Çünkü çok uzun zamanlar boyunca uğruna yaşadığım, ayakta kalabilsinler diye var gücümle çaba harcadığım bütün insanlık değerleri içinde yaşadığım iklimde hergün sanki yeniden ayaklar altına alınmakta.
Bir zamanlar bunu görmezlikten gelebilecek kadar güçlüydüm. Görmezlikten gelebilecek ve yoluma devam edebilecek kadar.
Fakat artık böyle bir gücüm yok. Galiba ‘yaşlanma’ denilen olgu, pek çok yeti gibi insanın kendini aldatma yetisini veya becerisini de kemiriyor. Bunların yerini, belki kimilerine tüyler ürpertici gelebilecek bir gerçekçilik alıyor.
Ve böylesi, belki insanın kendi hayatının seyircisi olabilmesi bakımından son derece gerekli.
Çünkü anılarını yazmaya karar vermek, bence karar anından itibaren insanın kendi hayatı karşısında artık farklı bir tutum almasıyla eşanlamlı.
Çünkü o ana kadar hayat, sadece yaşanılan bir olgu. Anıların denizine yelken açıldığında ise göze alınması gereken, artık çok farklı bir tavır: Bence bundan böyle kendi hayatının seyircisi de olabilmeyi göze alamayan hiç kimse anılarını yazmaya kalkışmamalı.
Çünkü aksi takdirde yazılanlar, sadece gerçekten yaşanmış değil, fakat öyle yaşanmak istenmiş bir hayatın paramparça hikâyelerinden oluşturulmuş kalıntısı olabilir!
2012 yılında yayınlanan “Lanetlenmiş Ağustosböcekleri” başlıklı deneme kitabımın “Kendi Hayatının Seyircisi Olabilmek” adlı önsözünün bir yerinde şöyle demişim: “Kendi hayatı karşısında seyirci konumunu almak, insana her şeyden önce bütün yerleşik yargılarını, kökleşmiş düşüncelerini yeniden sınama fırsatını verir. Bu fırsatın değerlendirilmesiyle, bazı doğru sanılanların yanlış, bazı yanlışların da aslında doğru olduğu sonucuna varılabilir. Ve hepsinden önemlisi, güncelliğini ve önemini hiç yitirmeyecek bir noktaya, hayatın anlamına ilişkin olarak daha somut bakış açılarına ulaşılabilir…
“Bu, insanın kendi hayatı karşısında eleştirel bir tutum alması demek olur…”
Başarabilecek miyim bunu?
Bu kadar zamanım kaldı mı ?
Karşılığını hiçbir zaman kendim veremeyeceğim sorularla dolu bir serüven: Anılarını yazmak.