Yalnız bizde ve zamanımızda değil, fakat bütün zamanlarda ve ortamlarda, aydın olma niteliklerinin temel kaynağını bildiklerini paylaşmada, özgün düşünce üretmekte, öğrendikçe bildiklerinin azlığının bilincine vararak daha bir alçak gönüllü olmakta ve başkalarıyla böyle bir alçak gönüllülük içersinde diyalog kurmakta bulan gerçek aydınların yanı sıra, “alıntı aydınlar” diye adlandırılabilecek bir tür de varlığını hep korumuştur.
Bu ikinci türe giren aydınların başarı kazanma, daha doğrusu sözlerini dinletebilme ve kendilerini çevrelerine bir otorite olarak benimsetme şansları, doğal olarak yaşadıkları çevrenin genel bilgi ve düşünme düzeyiyle doğrudan orantılıdır. Başka deyişle, yaşadıkları çevredeki genel bilgi düzeyinin düşüklüğü ve “düşünme özürlü” insanların fazlalığı, alıntı aydınlar için neredeyse bir varlık koşuludur. Belki de bu nedenledir ki, böyle aydınların genel söylemi hep : “Gel, sen de öğren ve bil !” değil, ama : “Sen beni dinle ve oku, yeter!” tarzındadır. Bu ölçülere varan bir benmerkezci tutum, gerçekte “başkalarının aynı konuda onlardan daha çok bilmeleri” olasılığını kafalarında bir karabasana dönüştüren alıntı aydınları bakımından doğal sayılması gereken bir savunma içgüdüsünün dışlaşmasıdır. Çünkü alıntı aydınları için birincil önem taşıyan nokta, bilgiyi yaymak değil, fakat çevresinde belli bir ya da birkaç alanda herkesten çok bilir görünerek sağladığı ayrıcalıklı bir konumu ve temelsiz bir saygınlığı ne pahasına olursa olsun koruyabilmektir.
Öğrenmeye uzanan yolda yanlışlar da yapmayı doğal sayan ve en kalıcı bilginin doğruların yanında yanlışların da yaşandığı bir serüvenli yolculukta kazanılabileceğini iyi bilen gerçek aydınlardan farklı olarak, alıntı aydınların birinci hedefi başkalarının - gerçekte olan, ya da olmaya da bilen! - yanlışlarını yakalamaktır. Böyle bir yanlışı bulduğu anda alıntı aydın, ikili bir tepki sergiler: Kendince yanlış yapana, çoğunlukla bu yanlışın sınırlarını çok aşan, onun kimliğini de hedef alan bir saldırı yöneltmek, ardından da örneğin : “Keşke benim yazdıklarımı okusaydın !” diyerek, kendine atıfta bulunmak. Öte yandan yapılan atfın mutlaka somut konuyla ilgili olması da gerekli değildir; önemli olan, ilintili ya da ilintisiz, alıntı aydının yazdıklarını bir yerlere sıkıştırıvermesidir.
Zaten özet olarak söylemek gerekirse, her fırsatta kendine atıfta bulunmak, böylece de yukarda sözü edilen ayrıcalıklı konumu ya da üstünlüğü vurgulamak, alıntı aydın için her şeydir. Bu bağlamda, örneğin yazdıklarının özgünlüğü ya da salt başkalarından - çoğunlukla da elbet yabancı yazarlardan ! - yapılma alıntılardan oluşma bir kolaj niteliğini taşıması, alıntı aydın için hiç önemli değildir; aslına bakılırsa, alıntı aydının başkalarından alıntıladığı düşüncelerden yola çıkarak ortaya özgün bir sentez koymak gibi bir kaygısı da yoktur. Alıntı aydın, çoğunlukla - genelde ne ölçüde bildiği de tartışmaya açık olan - bir yabancı dilde okuduklarını kendi ortamına kendisininmiş gibi tanıtma peşinde olan kişidir. Alıntı aydının kişiliği bu bakımdan büyüteç altına alındığında, aslında bu kişiliğin de alıntılardan oluştuğu gibi, ilk bakışta şaşırtıcı bir manzarayla karşılaşılır. Gelgelelim şaşırtmaması gereken bir manzaradır bu; çünkü alıntı aydının büründüğü kişilik, alıntı merakı ve düşünüp senteze varmaktaki yetersizliği nedeniyle, yalnızca başkalarının düşünüp söylediklerinden ariyet alınmış, elden düşme bir kişiliktir, adı üstünde, salt alıntıdır.
Alıntı aydının bu kişiliği, kendini en açık biçimde uzmanı olduğunu savladığı alanlarda iş, özgün düşünce üretmeye geldiğinde açığa vurur. Diyelim bu kişi, kendine “uzmanlık”(!) dalı olarak - örneğin resim, heykel ya da sinema konularında - sanat eleştirmenliğini seçmişse eğer, genelde en “verimli” olduğu alan, o sanatın “Batıdaki” durumu olacaktır; çünkü Batıda, o sanat üzerine zaten çok yazılmıştır ve orada yazılanlardan yapılacak alıntıları bu ortama “benim” diye getirmek, bir ayrıcalık sağlamaya yetecektir. Buna karşılık sıra, yine o sanatın “bizdeki” durumu üzerine değerlendirme yapmaya geldiğinde, bu değerlendirme ancak bizdeki eserlerden yola çıkılarak ilk kez üretilen düşüncelerin yardımıyla gerçekleşebileceğinden, alıntı aydın - yüzeysel söylemlerin dışında - bu noktada suskunluğa bürünür !
Neyse ki adına “yaşam” dediğimiz, sonuçta bir nehir-roman gibi akıp giden koskoca bir bütündür ve bu bütün içersinde alıntı aydının ömrü, içerdiği bütün yetersizliklerle ve yapaylıklarla, çoğu kez fiziksel ömrünün sınırlarına bile ulaşamayacak kadar kısadır. Buna karşılık alıntı aydınların toplumsal yaşamda yol açtıkları yıkımlar, ne yazık ki fiziksel ömürleri kadar sınırlı değildir; dahası, kimi zaman “sınırsız” denebilecek boyutlardadır!