Davutoğlu’nu aşağı yukarı zuhur ettiği andan itibaren inceliyorum. Stratejik Derinlik adlı kitabını dikkatle okudum, notlar çıkardım, pek çok alıntı yaptım, göndermede bulundum.
İdealist ve inançlı biri olduğu kesin. Bu tipler, özellikle de stratejiyle kafasını bozmuş olanları, tehlikelidir. Kendi yetenekleriyle mevcut sistemin içinde başarılı olmak isteyen klasik siyasetçi/yönetici tipinden ayrılırlar. Onlar kendi teorilerini pratikte sınamak, stratejilerinin başarısını sahada kanıtlamak isterler.
Bu nedenle yerleşik sistemler büyük teorilere dayanarak dehşetengiz stratejiler geliştiren lider adaylarını kanatlanıp uçmalarına fırsat vermeden devre dışına çıkarıverirler. Yerleşik sayılmazdı ama Türkiye’nin idari sistemi bile böyleydi. Muazzam stratejik hedefleri olan idealist şahsiyetler hiçbir zaman yürütmenin başına gelememiş, hatta darbe bile yapamamışlardır. Kritik dönemlerde, kriz süreçlerinde, özellikle vasat tipler, Nihat Erim gibi memur zihniyetli statüko adamları (12 Mart) ya da Kenan Evren gibi ufku sınırlı karargâh subayları tercih edilmiştir. Büyük idealleri ve stratejik kuruntuları olmadığı için bu kişiler hem mevcut sisteme fazla zarar vermezler, hem de “vasat” oldukları için kulaklarının birini hep emperyalist odaklara açık tutarlar, söz dinlerler. İşleri bitince de çekip giderler.
Şu anda karşılaştığımız fenomenin (Erdoğan/Davutoğlu) nasıl olup da gözden kaçtığını uzun uzun anlatmaya gerek yok. Biliyoruz.
Devrim daima bir kriz durumunu gerektirdiği için biz sosyalistler apokaliptik yorum (kehanet niteliğinde yaklaşan felaket saptaması) yapmayı severiz. Geçmiş yıllarda da bu türden “ikaz işareti” niteliğinde pek çok yorum yapıldı. Bu yüzden “AKP faşizmi”, “yaklaşan iç savaş”, “üçüncü dünya savaşı” gibi ikazlarda bulunduğumuzda pek çok kişi tarafından “yalancı çoban” (hani hep yalan söylemiş de samanlık gerçekten yanmaya, köyü de tutuşturmaya başladığında kimse ona inanmamış) gibi görüldüğümüz kesindir.
Fakat bu kez durum gerçekten ciddi. Şunu kabul etmek durumundayız ki geçmişte, devrim yoluyla yıkmak istediğimiz Devlet’in sağlam entegre devreleri vardı: Genel Kurmay-MİT- Dışişleri Bakanlığı. Yargı bu sisteme bağlıydı ve Yasama’nın bir, Yürütme’nin ise iki gözü daima bu devredeydi. Ve tabii Soğuk Savaş döneminin büyük denetleyicisi NATO en tepede her şeye nezaret ediyordu. Bu entegre devrenin ve denetleyicinin davranışlarını, uluslararası krizler, içsel iktisadi ve sosyal buhranlar bağlamında önceden kestirmek, çeşitli abartmaları (apokaliptik yorumlar vs) bir yana bırakırsak, çok da zor değildi. Aşağı yukarı anlayabiliyorduk. Buna göre çeşitli sosyalist siyasetler, artık yeraltına mı inecekler, yeryüzüne çıkıp legal parti dernek cephe mi kuracaklar, bu konuda karar verebiliyor, önlerini görebiliyorlardı.
Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte bu entegre devrelerin eskisi gibi işlemediğini, AKP iktidarının şu son evresinde, özellikle 2010 referandumundan sonra yavaş yavaş tutuştuğunu, şu son Suriye-Doğu Akdeniz-Ukrayna-IŞİD krizi ve ABD’nin bölgesel müdahaleyi örgütleme çabasıyla birlikte de alev alev yanmaya başladığını, bu durumun öngörü imkânlarını azalttığını söyleyebiliriz. Yanmakta olan bu devrelerde her türlü patlama olabilir, öngörülmedik tepkiler gelebilir.
Savaş tezkeresinin “yabancı asker bulundurma” ve Suriye’yi hedef alma maddelerini önceleri ciddiye almadığımı itiraf etmeliyim. Yabancı asker zaten vardı (ÖSO, İncirlik’in takviyesi vs); Suriye’yle savaş ise Türkiye’nin İran-Rusya-Çin’i karşısına almasına yol açacağı için mümkün değildi.
Fakat Davutoğlu birkaç gün önce aynen şöyle dedi:
“Nasıl ki Kürtlerin … Tel Abyad’daki Arapların, Çobanbey ya da Bayırbucak’taki Türkmenlerin, İdlib’deki Arapların, Afrin’deki Kürtlerin de … korunmaya ihtiyacı var. Ama biz sadece bir noktaya teksif olursak, ve sadece IŞİD’den gelen tehdide teksif olursak … bu tabiri caizse geçici, palyatif bir çözüm olur. Biz artık Suriye’de kalıcı bir çözümün zamanının geldiğini ve geçmekte olduğunu düşünüyoruz.”
Ben bu sözlerin arkasında ABD’yi ve “Koalisyon” denilen tuhaf şeyi peşinden sürükleyerek Suriye’yle savaş çıkarmayı (İsrail tarzı bir oldu-bittiyle!) hedefleyen bir provokasyon hazırlığı seziyorum. Suriye bu konuda tam dört kez (benim saydığım!) ikazda bulundu; İran önce telefonla, sonra Genelkurmay Başkanı’nın aşağılayıcı yorumlarıyla hükümeti maceraya kalkışmaması için uyardı. Davutoğlu’nun “ABD yönetiminin Suriye lideri Beşar Esad’ı devirmeyi kapsayacak şekilde terörle mücadele stratejisi olursa,” hazır olduklarını bildirdiği anda, Lavrov bunu “kabul edilemez” bulduğunu söyledi ve “Umarım kimse bunu konuşmuyordur,” dedi.
Davutoğlu’nun “Suriye’de askeri güvenlikli bölge kurma” görüşünü açıklamasından tam bir gün sonra Kuzey Kürdistan Parlamentosu, Kobani, Afrin ve Cizre kantonlarının (Davutoğlu’nun mutasavver güvenlikli bölgeleri) egemenliğini tanımayı ve onlara mali yardım yapmayı; karar Resmi Gazete’de yayımlandıktan sonra Kobane’ye silah sevkiyatını, yani ortak silahlı güç oluşturmayı kararlaştırdı. Yardım isteyen Salih Müslüm’ü istiskal ederek (kovulsayarak); “Git ÖSO’ya katıl, Suriye’yle savaş, sonra gel yardım iste,” diyen hükümetin düştüğü duruma bakar mısınız? Cephe neredeyse bütün bölgeye yayıldı, PKK-Hizbullah çatışmasıyla ülkenin içlerine uzandı.
Devlet’in entegre devreleri yanmış, iç ve dış savaş ihtimali artmıştır ve bir Davutoğlu dünyaya bedeldir!
Şimdi soralım: Türkiye içte AKP iktidarına, dışta NATO’nun manipülasyonlarına mecbur ve mahkûm mudur? Yeni bir halk hareketi yükselmedikçe öyle görünüyor maalesef.