Devlet sanatı destekler mi?
Bir ayı aşkın süredir, Kültür Bakanlığı'nın edebiyatçılara yazacakları kitaplar için (Proje, diyor bakanlık...) parasal katkı verdiğini açıklamasıyla başlayan tartışma sürüyor biliyorsunuz. Ben de yirmi gün kadar önce “Devlet Sanatı Değil Savaşı Destekler” adıyla İlerihaber'de yazdığım yazıda konuyu tartışmaya çalışmıştım. Daha sonra da yine İlerihaber'in edebiyatçılar ve kültür insanlarının görüşlerini yansıttığı soruşturmayı okuduk. Buraya döneceğim ama önce şu: Devletin “edebiyatı” değil “edebiyatçı”ları desteklemesi tartışmaları tam sönümlendi derken bu “ulufe”leri dağıtacak jurinin içinde, en başından itibaren konunun üzerine giden, devletin desteklediği yazarların neden “gizli” tutulduğunu sorgulayan Cumhuriyet gazetesinin köşe yazarı Metin Celâl'in olduğunu öğrendik. Celâl gazetedeki köşesinde “Devlet Edebiyatı Desteklemesin mi?” adlı bir yazı yazarak kendi konumunu savunmaya çalıştı. Kendini savunmaya çalışırken özellikle konunun “gizli” tutulmasıyla ilgili söylediklerinin iler tutar bir yanı yoktu. Bunu jüri üyelerine ve desteği alacak yazarlara yönelecek hakaretleri önlemek için tercih ettikleriyle açıkladı. Ona destek de tahmin edebileceğimiz bir yerden Akşam gazetesi kitap ekini yöneten Adnan Özer'den geldi. Özer de hem bu tutumun hem de desteklerin yanında olduğunu söyledi. Adnan Özer'in Akşam gazetesini “yandaş”laştırma operasyonundan sonra bu göreve getirildiğini anımsatalım. Metin Celâl ise on yıllardır hazırladığı şiir antolojileri, ilişkileriyle İslamcı şairi ve edebiyatı “sol” dünya içinde kabul ettirilmesi görevini üstlendi. Edebiyatın “postmodern zamanlarının” figürüydü. Bu çok kısa özeti nasıl bir ilişkiler ağıyla karşı karşıya olduğumuzu anlatabilmek için yaptım. Sonuçta bu figürler AKP devletiyle girdikleri ilişkinin kendilerince bir “getirisi ve girdisiyle” hareket ediyor. Edebiyat kontrol altında tutulmalıdır ve bunun için -son zamanlarda pek moda kavramla söylersek- “kullanışlı adamlar” her zaman olmuştur.
“Devlet Sanatı Değil Savaşı Destekler” yazımda da dilim döndüğünce kapitalist devletin, kültür endüstrisinin işleyiş özelliklerini göstermeye çalışmıştım. Sanatın bir piyasa olabileceğinin keşfi ve insan üzerindeki etkisinin fark edilmesiyle başlayan ve sanatın özerkliği tartışmasıyla tarihsel süreçte yükselen sanatın özgürlüğü tartışması devletin niteliğinden bağımsız değildir, dedim. Devlet ancak devrimci, kurucu ve kurtuluşçu bir devletse farklı davranabilir ve o zaman da zaten sanatçıyı değil sanatı desteklemiştir. Sovyetler Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti'nden söz ediyorum evet. Türkiye kurulurken cumhuriyet yetenekli genç insanları yurtdışına sanat eğitimine gönderir ama bir yandan da köy enstitüleriyle bu eğitimi halka yayma çabası içine de girer. Sovyetler Birliği'nde de sosyalist devlet hiç ayrımsız sanatın halka yayılması için çaba göstermiştir ve sonuçta devasa bir Sovyet Yazarlar Birliği ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği dağılırken de o yazarlar karşıdevrimin ya yanında olmuş ya da ses çıkarmayıp yaşanan çöküşü kabullenmiş, yeni “cehalet çağı”na konumlanmıştır. Bizdeyse artık ne köy enstitülerinden, ne devletin “sanatı” desteklemesinden, ne de sanatın halka yayılmasından söz edilir olmuştur. Bunun dışında bütün kapitalist devletler sınıfsal karakterine uygun hareket ederek bir kültür endüstirisinin destekçisidir, dolayısıyla bu endüstiriden çıkan estetiğin.
Gizli estetik
Bu estetiği de ABD'li ve muhalif yazar Horald Jaffe'ten aldığım bir kavramla “durum estetiği” diye nitelemiştim. İlerihaber'in soruşturmasına yanıt veren bazı yazarların da Batılı ülkelerde olduğu gibi tarafsız, iyi seçilmiş bir komisyon ve STK'lerce verilirse bu “destekler”i alabileceğini okuduk. Peki o devletler nasıl devletler? Jaffe “durum estetiği”ni açıklarken ABD kültür endüstirisinin işleyişine şu çarpıcı örneği veriyor: “Brezilyalı film yönetmeni Walter Salles'in devrimcilik günleri öncesinde Güney Amerika'da yolculuk yapan sempatik bir Che Guevara portresi çizdiği popüler Motosiklet Günlükleri adlı filmini düşünün. Salles eğer Che'nin portresini Küba'da ve Bolivya'da etkin eylem içinde sempatik bir devrimci olarak çizmeyi seçseydi (ki asıl dönüm noktası oluşturmuş drama budur) filmini ABD'de dağıtamazdı.”(*) Egemen kültür ilişkilerinin bir sanat yapıtının içeriğine “müdahalesi” ve sanatçının tercihini nasıl belirlediği daha nasıl anlatılabilir? Devleti ve niteliği sorgulamadan sadece görünür olanın bir yüzüne bakıp -burada tarafsızlık diyelim- desteği alırım dersek Metin Celâl'in de o jüride ne aradığını da sorgulayamayız.
Egemen kültür endüstirisi bize bütünü sorgulama olanağı tanımaz. Görünür olanın arkasındaki gerçeklik gizlenir, zamanla da unutturulmaya çalışılır. İşte burada Metin Celâl ve Adnan Özer'in “gizlilik” savunusuna geçebiliriz. İlk yazıda da gizliliğin çok önemli olmadığını söylemiştim ama bütün dikkat “gizliliğe” çekilerek yine arkadaki ilişkiler gözden kaçırıldı. Amaç ne jüri ve yazarlara yönelecek hakaret ne şu, ne bu; amaç, bu destek sonucunda ortaya çıkacak eserleri ve o eserlerdeki “durum estetiğini” sorgulamamızı, eleştirmemizi sağlayacak olanağı elimizden almak. Yazarları ve eserleri egemen kültürün “gizli estetik”inin bir parçası kılmak. Kültür piyasasının yasaları tüm piyasalar gibi küresel. ABD'de o yasalar nasıl bir sinemacının yapıtının içeriğini belirliyorsa biz de “gizli estetik” eleştirinin içeriğini ve sınırını belirliyor. Celâl ve Özer'in neden “eleştiri” kavramını değil de “hakaret” sözcüğünü kullandığını düşünürken fark ettim aslında örtülenin, önüne geçilmeye çalışılanın eleştiri olduğunu. Sözlerinin içindeki “hakaret” sözcüğünün geçtiği yerlere “eleştiri” kavramını koydum ve “estetik”leri önüme çıkıverdi.
İstedikleri gibi gizleyesinler, her hinliklerini açığa çıkaracak yöntemlerimiz ve diyalektiğimiz var.
*Horald Jaffe, Tekno-Mağara'nın Ötesi, (Milenyumsonrası Kültür İçin Gerilla Yazarın Rehberi) Notos Kitap, Çev: Turan Parlak, Birinci Basım 2008, s. 36