Bir edebiyat yapıtının başına gelebilecek en kötü işlerden birisi de belirli bir akımın içine hapsedilmesi olsa gerek. Özü yaratıcılık olan bir süreci sınırlamaya kalkmak zaten işin doğasına aykırı. Düşünsenize, örneğin, “sen romantik akım içerisindesin, gerçekçi yazamazsın” denilebilir mi bir romancıya? Elbette hayır ama söylediklerim edebiyat ve edebiyatçının üzerinden belirli bir süre geçtikten sonra, geçmişe yönelik edebiyat incelemeleri için kolaylaştırıcı bir enstrüman olarak sınıflandırma yapılamayacağı anlamına gelmez. Aslına bakılırsa o zaman bile net bir sınıflandırma yapılamayıp, “şu roman geçiş romanıdır, şu roman bu iki akımı birbirine bağlar” gibi tanımlamalar bazı romanlar için kullanılır. İşte bu “geçiş” veya “akımları bağlayan” romanlar, bence başyapıtlardır; hem sınıflamalara hapsolmadıkları için, hem de bir yenilik getirdikleri için. Örnek mi? Çok var:
Martin Eden, bir Jack London başyapıtı; hepiniz okumuşsunuzdur. Şöyle bir hesapladığımda benim de ilk okumamın üzerinden neredeyse 45 yıl geçmiş. Demek istediğim, unutmak için yeterince zamanım olmuş ama elbette 15 yaş ile 60 yaş değerlendirmeleri birbirlerinden farklı oluyor. Burjuva-aristokrat bir çevreden işçi sınıfına uzanan bir roman. “Hayatını kazanmak için çalışmak zorunda olmayan bir insanı düşünmek” Eden’ın bir şeyleri görmesini sağlayıp, “aralarındaki girdabı derinleştirdiğinde”, sınıflar, sosyalizm, özgürlük ve kimlik sorunları… hepsi dökülmeye başlar; karşı cinsle ilişkilerin bile temelinde bunlar vardır. Ama her koşulda anlatılan farklı bir Amerika; çalışanlarıyla, entelektüelleriyle farklı bir ülke,,, başka yerlerde anlatılanlar gibi değil.
(Martin Eden. Jack London. Çok sayıda yayınevinden farklı çevirileri var. Etiket fiyatları 15-54 TL arası.)
Unutuyordum, bence Martin Eden, Avrupa roman geleneğini Amerika’ya bağlayan bir roman. Avrupa romanından Amerikan romanına geçiş kitabı ve bence devrimciliği sadece içeriğinden değil, bu özelliğinden de kaynaklanıyor.
Yoğun otobiyografik öğeler de içeren Martin Eden, yazarın diğer kitaplarını da yeniden okuma isteği uyandırıyor. London’ın söylediklerine tam olarak katılıyor muyum? Hayır ama Fethi Naci’nin dediği gibi, bir romanda bir mesele konmak isteniyorsa, bu meselenin doğru konması bile başlı başına önemli bir şeydir; çözüm yanlış olabilir, o başka mesele. Kitapta beni tek rahatsız eden nokta, bir tür Amerikan rüyasını hissetmek oldu; 45 yıl önce böyle düşünmemiştim.
Martin Eden ile Amerika’ya bağlanan Avrupa romanının en büyük örneklerinin romantizm (coşumculuk) ve gerçekçilik akımları içerisinden çıktığı genelde kabul edilen bir yargıdır. İşte, romantizm ile gerçekçiliği birbirine bağlayan romanlardan bir tanesi de Gustave Flaubert’in Gönül Eğitimi romanıdır.
Biliyorsunuz, çok az yazan bir romancı Flaubert. Daha doğrusu, bir roman üzerinde ancak yıllarca çalıştıktan sonra yayınlayacak kertede titiz bir romancı. Böyle olunca da yazdıkları eşsiz oluyor. Gönül Eğitimi de yazılmış en iyi romanlardan bir tanesi. 1840 Devrimi Fransa’sını anlatıyor bir aşk öyküsünün gerisinde. Sokaklar hareketli. Devrim sırasında farklı sınıfların yaşamını gayet doğal bir biçimde aktarıyor ama bunu yaparken de bir dil ustası olduğunu hep hissediyorsunuz. Ancak ne dil, okurla romancı arasına giriyor ne de öykünün sürükleyiciliği kayboluyor. Evet öykü sürükleyici ama kişiler de birer insan olarak sunulmuş, yüceltilmemiş. Flaubert “vakit geçirmek için değil, yaşamak için okuyun” diyor. Flaubert’e kulak vermekte yarar var.
Bu arada bazı çevirilerin Cemal Süreya’ya ait olduğunu söyleyeyim; sevenleri için ilginç olabilir.
(Duygusal Eğitim. Gustave Flaubert. Gönül Eğitimi ve Bir Delikanlının Romanı isimleriyle de çeşitli yayınevlerinden farklı çevirileri var. Etiket fiyatları 28-41 TL arası.)
Trilby, Fransız yazar Charles Nodier’nin değişik bir romanı. Kitap 1822 de yazılmış ve Türkçede yayın tarihi 1949. Diğer Milli Eğitim klasiklerinin tersine, bir daha basılmamış. İtiraf edeyim, bu bir tekrar okuması değil, ben de Trilby’i yeni okudum; işin daha kötü yanı, varlığından bile habersizdim. Geçenlerde sahaflarda buldum ve aldım. Benim için başka bir sürpriz de kitabın sayfalarının açılmamış olduğunu fark etmem oldu; kitap 1949 yılında basılmış ve okunmadan, sayfaları açılmadan tam 71 yıl beni beklemiş! Garip bir duygu.
Yazarın İskoç efsanelerinden etkilendiği biliniyor. Kitap, bir kadının, bir şeytanla olan aşkını anlatıyor. “Şeytan” sözcüğü doğru çeviri mi emin değilim çünkü kitapta şöyle tanımlanıyor: “Trilby, şeytanların en sevimlisi, en kibarı, en genciydi. Zekâ ve güzellik yönünden onunla yarışacak bir şeytan daha bulamazsınız…Şato sahibi kadınların pek çoğu, rüyalarını büyüleyen bu şeytanı yanlarına alamadıkları için üzülürdü. ”Nodier’nin şeytanı böyle bir şey! Ancak, Trilby ne yerel ne de kişisel kalıyor. Evrenselleştiği ve toplumsallaştığı söylenebilir.
(Trilby. Charles Nodier. MEB Yay., Çev.: İlhan Sezen, 1949. Sahaflarda 4-23 TL arası.)
Nodier romantizmin öncüsü, müjdecisi olarak bilinir. Yani bir bağlama da burada var; klasiğin romantizme bağlanması. Şimdi diyeceksiniz ki, şeytandan bahseden bir kitap nasıl romantizmin öncüsü olabilir? Vallahi oluyor, En iyisi açıp okumanız. Hatta, Fransız edebiyatında Paul Bourget’e, Boris Vian’a uzanan yolun başı olduğunu söyleyebilirim (bir yere daha bağladım).
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Romancıların asıl kabahati, romanı başlaması gereken yerde bitirmeleriydi” der; sanırım kitabın kusuru bu olsa gerek.
Türk romanı için ise bu şekilde akımlardan söz edilebileceğini düşünmüyorum çünkü henüz çok yeni ve ilk örneklere de roman diyebilmek kolay değil. Ama illâ bir sınıflama yapılacaksa toplumcu ve bireyci diye bir ayrım düşünülebilir en fazla. Elbette bunun çok kaba olduğunu biliyorum ama bu denli genç bir roman için de daha fazla yapılabilecek başka bir şey yok.
Böyle dedikten sonra tercihimi bu iki tür arasında geçişi sağlayabilenlere yönelttim. Doğrusunu söylemek gerekirse gerçek anlamda roman özelliğini de bu yapıtlar taşıyor. Doğan Yarıcı’nın Her Aşk Gibi Yarım oldu benim seçimim: İkinci Dünya Savaşı İstanbul’u. Sinemaya herkesin gidemediği dönemde, bir sinema macerası ve tutku öyküsü. Senaryo gibi, ama değil. Karakterlerin oyuncu karşılığı verildiği için, örneğin baba: Kadir Savun, ister istemez onlarla canlandırıyorsunuz kafanızda. Ama tekrar söylüyorum, senaryo değil. Hayal ve gerçek bazen birbirine karışırken, yazarın dediği gibi, filmler mi hayata karışıyordu, hayat mı filmlere, kim bilebilir? Yarıcı, bir söyleşide “Romanın olanaklarını zorlamaktan, kurgunun ve anlatımın üzerine gitmekten hoşlanıyorum. Romanı bir kalıp olarak almaktan ziyade onu bir yapıya oturtmaktan yanayım”(1) derken aslında en iyi değerlendirmeyi yapıyor kitabıyla ilgili. Anlatılan aşk, asla yaşamdan soyutlanmış bir ilişki değil ve bence bağlantıyı da böyle sağlıyor yazar.
Her Aşk Gibi Yarım’a eşlik edecek çizimler aradım kitap boyu. Abarttım mı bilmiyorum ama çok güzel olurdu diye düşünüyorum halâ.
(Her Aşk Gibi Yarım. Doğan Yarıcı. Yapı Kredi Yay.,2013. Sahaflarda 5-15 TL arası.)
Hasan Kıyafet’in Bizim Lise isimli romanında umduğumu bulamadığımı söylemeliyim. Doğrusunu söylemek gerekirse, Bizim Lise’ye roman demek çok güç; karakterler oturmamış, olay örgüsü zayıf, kurgu iyi değil…Bana kalırsa, roman gibi değil de eğitimbilim metni gibi değerlendirilmeli. Yoğun otobiyografik öğeler içerdiğini düşündüğüm kitapta en önemli sorun, bence, dediğim gibi karakterlerin oturmamış olması. Şöyle söyleyeyim, Trilby’deki şeytan, Bizim Lise’deki Veysel Efendi’den daha gerçekçiydi.
(Bizim Lise. Hasan Kıyafet. Kitapçılarda Dönüşüm Yay., baskısı var, etiket fiyatı 14 TL.)
Bazı kişilerin beğenmedikleri kitaplar hakkında yazmadıklarını biliyorum. Ben bu yaklaşımı doğru, daha doğrusu samimi bulmuyorum. Elbette herkes böyle yapmazdı, örneğin Aziz Nesin. Kitaplar hakkında yazardı ve beğenmediklerini de yazardı. Saymadım ama anımsadığım kadarıyla beğenmedikleri daha çoktu. Çünkü şunu bilirdi ki, beğenmemek kitabın kötü olduğu anlamına gelmez; sadece değerlendirmeyi yapan kişi beğenmemiş demektir, o kadar. Daha fazlası değil.
Neyse, konuya dönecek olursak, eğer koşullar okumanızı kısıtlıyorsa ve sınırlı sayıda roman okuma durumundaysanız, seçiminizi akımları birbirine bağlayanlardan yapın derim; daha kalıpların dışında oluyorlar.
1https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/bir-dogan-yarici-filmi-her-ask-gibi-yarim-23417261