Krizler turnusol kâğıdı gibidir, bazı şeylerin yeniden değerlendirilmesi için fırsat yaratır. İnsanların yeni koşullara karşı aldıkları konum, tavır, yaptıkları, yapmadıkları; tanınmaları ve tanımlanmaları için bir olanaktır.
Bu durum akademi için de geçerlidir, hatta biraz daha fazla geçerlidir. Akademi hiçbir krizin dışında kalamaz. Çünkü bir tür “aydınlar topluluğu” olarak, konu ne derece kendisinden uzak olursa olsun, aydın olma sorumluluğu tavır almasını gerektirir. Şimdi diyeceksiniz ki, “benim çok öğretim üyesi tanıdığım var ve böyle bakınca çoğunu aydın olarak nitelendiremiyorum”. Haklısınız, ben de öyle düşünüyorum ama akademinin yüzlerce yıllık geçmişinde geliştirdiği dört temel değerin entelektüalite, bilgi üretimi, birey olabilme ve toplumsal bağ olduğunu düşününce akademisyenin aydın olabilmek için toplumun diğer kesimlerinden daha fazla şansı olduğunu görüp, doğal olarak da beklentim artıyor.
Aydın Demirtaş’ın Dârülfünûndan Üniversiteye Öğretim Üyeleri kitabını bu bakış açısıyla okumaya çalıştım. Yazarın doktora tezinden kaynaklanan kitapta 1900-1946 yılları arası öğretim üyesini merkeze koyarak akademi ele alınıyor ve oturdukları semtten tutun da babalarının mesleklerine kadar ayrıntılı bilgiler veriliyor.
Kitapta benim dikkatimi çeken iki nokta oldu: Birincisi 1946 yılına kadar öğretim üyelerinin daha seçkin bir yapısının olduğu. Bu durumun sonradan ve özelikle 1980 yılından sonra belirgin bir biçimde azaldığını ve 2000’li yıllarla birlikte ise neredeyse kaybolduğunu ben kendi deneyimlerime dayanarak da söyleyebilirim. İkinci nokta da gelenek sorunu. Üniversitenin gerçek anlamda bilgi üretebilmesi için bir geleneğinin olması gerekiyor. Örneğin, matematikte Vidinli Tevfik Paşa ile başlayan, öğrencisi Mehmet Nadir Bey ile sonra da onun öğrencisi Salih Zeki Bey ile devam eden bir matematik geleneğinden söz edilebilir. Lafı şuraya bağlayacağım, Türkiye tarihinde üniversite tasfiyelerini bu tip geleneklerin oluşmasında ciddi engeller olarak da değerlendirmek gerekir.
Aydın Demirtaş’ın genel yorumlarına katılmıyorum, dünyaya bakışımız yazarla çok farklı. Örneğin, karşı çıktığı bazı görüşleri “Evrimci tarihsel şemalara, ilerlemeye, objektif ve evrensel bilime inanan bu çatışmacı yorum, aydınlanmacı bakışın ve XIX. yüzyılda öne çıkan pozitivist bilim anlayışının devamıdır. Bilimi dinin alternatifi gibi görmeye varan versiyonlarıyla bu anlayış…” olarak nitelendiriyor. Evet ben tam da Demirtaş’ın eleştirdiği gibi düşünüyorum ama bu kitabın bir kaynak olarak konuyla ilgilenenlerin kitaplığında bulunmasında da yarar görüyorum. Ancak beraberinde Sevtap İshakoğlu-Kadıoğlu’nun yine bir tezden kaynaklanan ve artık klasik olduğunu söyleyebileceğim İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Tarihçesi’ni de okumak kaydıyla. Aynı dönemi ele alan bu çalışma hem Türkiye’de çağdaş bilimin başladığı hem de 1933 reformundan en çok etkilenen fakülteyi ele aldığı için önemli. Öğretim üyesi biyografileri, ders programları vs. ile o yılların akademisini anlamayı kolaylaştırıyor.
Bahsedilen dönem Türkiye tarihinin en hareketli dönemiydi: Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Ekim Devrimi’nin ülkeye yansımaları, 1933 Üniversite Reformu ve çok partili siyasal sisteme geçiş... Benim genel değerlendirmem, Türkiye’de üniversitenin en parlak yıllarını yaşadığı bu dönemde öğretim üyelerinin bilimsel üretimlerinin çok üst düzeyde olduğu ve yukarıda saydığım olaylara da, doğru ya da yanlış, bir tavır almalarıdır. Zaten önemli kısmı da bu süreçlerin içerisinde doğrudan yer almıştır. Ayrıca Nazi Almanya’sından gelen bilim insanlarının gerek bilgi üretimi gerekse birey olma anlamındaki katkılarını unutmamak gerekir.
Sonraları bu gelenek, olasılıkla İkinci Dünya Savaşı sonrası üniversite eğitiminin kitleselleşmesine koşut olarak, kaybolmuştur. Başlangıçta dört değere de sahip çok sayıda öğretim üyesi varken, zamanla ikisine üçüne sahip, sonunda günümüzde değerlerin tümünden uzak öğretim üyesi profiline gelinmiştir.
Ali Alpar’ın sözleriyle Bilimin Öncü Kadını Remziye Hisar bu parlak döneme örnek olarak verilebilir. Kimdir Remziye Hisar? Türkiye’nin ilk doktoralı kadını, kimyager. Doktorası Sorbonne Üniversitesinden, 1933 reformunda üniversiteye alınan dört kadından biri ve Cumhuriyet döneminin en önemli bilim insanlarından Feza Gürsey’in annesi. Kimya eğitimi almasını şöyle açıklıyor: “Fen derslerinde daima, kanunlarda olsun, diğer şeylerde olsun, hep yabancı isimler olması, bir tek Türk ismi olmaması beni kahrederdi. Sanki o eksiği ben tamamlayacakmışım zannederdim”. Belki ismiyle anılan bir kanun olmamıştır ama çok önemli, dünyada ses getiren çalışmalara imza atmıştır. Tavır almasını da bilen birisiydi. 1933 yılında girdiği üniversiteden yönetimle anlaşamaması sonucu 1936’da istifa etmiş ve ancak 11 yıl sonra geri dönmüştür. Hisar o dönemin akademisyen tipolojisine sadece bir örnek, üstelik az bilinen bir örnek.
Ayhan Toraman nispeten daha yakın bir dönemden akademisyen. Türkiye’de işletme mühendisliğinin kurucularından. Anılarını Özgürlüğümden Ödün Vermedim adlı kitabında bir araya getirmiş. Akademik yaşamı Erzurum Atatürk Üniversitesi ve İTÜ’de geçmiş ve toplumsal sorunlara duyarlı oluşu karşısına hep bir engel olarak çıkmış. Duyarlı deyince sakın sosyalist, komünist sanmayın; Toraman bir sosyal demokrat, hatta bir ara DSP’den milletvekili adayı bile olmuş. Ayrıntıya girmeyeceğim ama bazı karşı çıkışları ABD bursunu engellemiş, soruşturmalar geçirmiş, çalışma arkadaşları kendisini ihbar etmiş, eşi türban takmıyor diye taciz edilmiş, akademik yükseltmeleri sorunlu olmuş, profesörlüğü Kenan Evren vetosuna takılmış, 12 Eylül rejiminin başka bir üniversitede verdiği dekanlığı düzenle iş birliği içinde görünmemek için kabul etmemesi üzerine YÖK profesörlük kadrosunu geri almış vs. Onurlu bir insan, hiçbirine boyun eğmemiş.
Hisar’ın ve Toraman’ın anıları uzunca bir dönemi kapsıyor: 1933’de öğretim üyeliğine başlayan Hisar 1970’li yıllarda emekli olurken, Toraman akademisyenliğin başındaymış ve 2005’e kadar sürdürmüş. Yani 1933-2005 arası yaklaşık 70 yıllık bir süreci görüyoruz iki kitapta ve benim çıkarttığım sonuç şu: Bilgi ürettiğin, sürünün parçası olmadığın yani birey olduğun, okuduğun, duyarlı olduğun sürece akademide başın dertten kurtulmaz! Sanırım sistemin istediği öğretim üyesi tipi, 2016 darbe girişimi sonrası bir işaretle dekanlıktan istifa edip, sonra da yine bir işaretle vekaleten dekanlığa geri dönen 1577 profesör olsa gerek.
Elbette akıntıya kürek çekmeyenler de var. 2016 Ocak ayında, kaos ortamı içinde, herkesin sustuğu dönemde akademiden bir ses yükseldi ve savaşa hayır dedi. Sonra? Sonrası malum, Barış Bildirisini imzalayan 1128 akademisyenden 400 tanesi KHK’lar ile kamudan uzaklaştırıldı. Akademide kalanların çoğu (burada imzacıları kastetmiyorum) hiçbir şey olmamış gibi işlerine devam etti. Atılanlardan emekli olamayanlar hala zor koşullar altında. İşte, OHAL’de Hayat kitabında çoğu akademisyen, bu KHK’lıların öyküleri anlatılıyor. Kitapta da söylendiği gibi, bu insanlar KHK ile sadece işlerini kaybetmediler; yaşam tarzlarını, gündelik rutinlerini, kendini ifade etmenin bildikleri, belki de tek yolunu da kaybettiler.
Kitabın önsözünde editörlerin dikkat çektiği noktalar arasında metinlerin edebi anlamda yetkin, sosyal tahlil anlamında isabetli olduğu da var. Gerçekten de öyle, öyküleri okurken sanki profesyonel bir yazarın elinden çıkmış olduğu duygusuna kapılıyorsunuz. Yazarlar arasında yer alan Aslı Vatansever’in belirttiği gibi son dönem üniversite tasfiyeleri, anti-entelektüalist yeniden yapılandırma hareketinin bir parçası. Her zaman dediğim gibi akademi KHK’larla çok şey yitirdi ama en çok entelektüel damarını yitirdi, yani bir anlamda var olma gerekçesini. Barış Bildirisi imzacılarından, şu anda sürgünde olan Neşe Özgen’in dediği gibi, “Bunca itibarsızlaştırma gayretine, bunca silme, yok etme harekâtına direnen bizler zaten sürgündük”. Kesinlikle katılıyorum, zaten akademi içerisindeyken de ayrıksıydık, sistemle uyumsuzduk. Örneğin benim içinde bulunduğum yapı bilim ve/veya eğitimden uzak, temel motivasyonu para kazanma üzerine kurulu bir yerdi. KHK tasfiyesinden önce de 2006’da yine bir tasfiye girişiminde bulunmuşlardı ve her iki dönemde de aynı kişiler yöneticiydi.
Neyse, artık şu görüşümde ısrarcıyım: Akademide yönetimle ciddi olarak başı derde girmemiş kişiler kendilerini gözden geçirmek zorundadır. Bunu söylerken elimde Ali Balcı’nın Öğretim Elemanının İş Stresi isimli çalışması vardı. 86 akademisyene uygulanan anketin sonuçlarını yadırgadım, daha doğrusu, “acaba bu insanlar başka bir ülkede mi yaşıyor” demekten kendimi alamadım ama kitabın konuyla ilgili diğer çalışmaları özetlediği bölümde yurtdışı kaynaklı bir çalışmada öğretim elemanlarının streslerinin, onların ne olmaları gerektiği ile ne oldukları arasındaki sapmadan kaynaklandığı sonucuna ulaşılması dikkatimi çekti. Önemli bence, çünkü akademide kime sorsanız bilgi üreten, entelektüel, topluma duyarlı ve birey olduğunu söyleyecektir. Peki bunun somut kanıtı var mı noktasında genellikle algıları dışında kanıt sunamazlar ve bu yetmez. Ama bence bu çelişkinin stresini de sürekli yaşarlar. Ayrıksı olana tavır almaları, sanırım ne olmaları gerektiğini kendilerine anımsattığı içindir.
Başlangıçta krizin turnusol özelliğinden söz etmiştim. Evet bir kriz içerisindeyiz, salgın krizi. Üstelik bir süredir içinde bulunduğumuz ekonomik krizin de yükseldiğini görüyoruz ve henüz işin başında gibiyiz. Bunların kesinlikle bir toplumsal karşılığı olur. İşte akademiyi yakından gözlemek için iyi bir fırsat. İş sadece “ilk olgular öldürülmeliydi” veya “laboratuvarıma giriyor ve sonucu şu gün açıklayacağım” diyenlerle sınırlı değil. Hatta yeni bir akademi-iktidar ilişkisi tanımı olan bilim kuruluyla da sınırlı değil. Sanırım daha genel bir sınama olacak.
KÜNYELER
-Dârülfünûndan Üniversiteye Öğretim Üyeleri. Aydın Demirtaş, Büyüyenay Yay., 2019. Etiket fiyatı 35 TL.
-İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Tarihçesi (1900-1946). Sevtap İshakoğlu-Kadıoğlu, İstanbul Üni. Yay., 1998. Sahaflarda 24-34 TL arası.
-Bilimin Öncü Kadını Remziye Hisar. Haz.: M. Ali Alpar, İş Bankası Yay., 2019. Etiket fiyatı 9 TL.
-Özgürlüğümden Ödün Vermedim. Ayhan Toraman, Berfin Yay., 2020. Etiket fiyatı 26 TL.
-OHAL’de Hayat. Kemal İnal, Efe Beşler, Batur Talu (Ed). Belge Yay.,2018. Etiket fiyatı 38 TL.
-Öğretim Elemanının İş Stresi. Ali Balcı. Nobel Yay., 2000.Baskısı yok, sahaflarda 7-15 TL.