Türkiye’de akademi ciddi bir kriz içerisinde. Üstelik sorun sadece üretememek değil; bilgi üretemediği gibi iyi bir eğitim de veremiyor, toplumun önünü açamıyor, fikrini söyleyemiyor, tepki gösteremiyor, dahası bir de gericilik üretiyor. Sanki bu ülkenin akademisi yok gibi. Bana sorarsanız 1980’lerden başlayan üniversitelerin piyasalaştırılması sürecinin yansımasını görüyoruz. Ha, diyebilirsiniz ki, “Tüm dünyada akademi piyasalaştı, neden her yerde aynı sorun görünmüyor?” Haklısınız ama örneğin ABD’nin yaklaşık 50 yılda yaşadığı süreci Türkiye iki, üç yıla sıkıştırmaya çalıştı da ondan. Gerçekten de ABD üniversiteleri kaba bir yaklaşımla 1929 kriziyle piyasa ideolojisini üretmeye, 1945 sonrası piyasaya girmeye, 1970 krizinden sonra ‘belirleyici bir aktör’ olarak piyasada yer almaya başlamışken Türkiye üç aşamayı da 1980’den sonra hızlı ve iç içe geçmiş bir şekilde yaşadı, yaşıyor. İkinci Dünya Savaşı başladığında Türkiye’de henüz üniversite yedi yaşındaydı, yani model değişikliği yapmaya hazır değildi. 1970’lerde yaşanan kriz ise Türkiye üniversite sistemi üzerindeki etkisini ancak 1980 yılından sonra göstermeye başladı. 24 Ocak 1980 neoliberal ekonomik kararlarının yaşama geçirilmesi için gerekli baskı düzeni 12 Eylül darbesi ile sağlanırken piyasacılığın neoliberal ideolojisinin yeniden üretilebilmesi için üniversitenin şekillendirilmesi gerekiyordu. Bunun için de 6 Kasım 1981’de YÖK kuruldu ve akademinin krizi başladı. Bir de buna dinci gericilik eklenince bu günkü garip tabloya gelindi (1).
Piyasalaşma olgusu elbette pat diye dayatılmadı; bir takım entelektüel çağrışımlı sözcüklerle bezenerek çekici hale getirilmiş projeler olarak sunuldu. Bunların başında üniversite-sanayi iş birliği geliyordu. İlk dayatılan projenin de bu olduğunu söyleyebilirim. Türkiye Ekonomi Kurumu’nun 1994 yılında düzenlediği Anadolu Sanayinin Rekabet Gücü ve Üniversite Sanayi İşbirliği Sempozyumu, sanırım bu konudaki ilk ciddi toplantıydı. Teorik olarak çeşitli yönleriyle konuyu irdeleyen kitabın tarihi önemi, bence içeriğinin önüne geçiyor. Ama şunu açıkça söyleyeyim, yaklaşık otuz yıl boyunca bu konuda onlarca kitap yayınlanmasına karşın, hiçbirinin içeriği Anadolu Sanayinin Rekabet Gücü ve Üniversite Sanayi İşbirliği’nden ileri değil çünkü hiç birisi bu ilişkinin sanayi lehine eşitsizlik taşıması sorununun nasıl çözülebileceği konusunda tutarlı bir öneride bulunamıyor. Aslında bulunamazlar da çünkü zaten bu ilişkinin varlık nedeni en başından beri eşitsizlik olmuştur.
Diğer bir proje ‘her ile bir üniversite’ idi. Aslına bakarsanız başlangıçta yine söylem çekiciydi: açılan üniversite sayısı arttıkça eğitimli insan sayısı artacaktı. Ayrıca olanaksızlıklar ya da gelenekler nedeniyle başka bir ile gitme şansı bulamayanlar için üniversite eğitimi ayaklarına gelecekti, üniversite kenti kültürel açıdan ileri taşıyacaktı vs. Ancak sonradan ortaya çıktı ki asıl amaç kent ekonomisine katkı, daha doğru bir ifadeyle yerelde sermaye birikimine destekmiş. Bunu nereden söylüyorum, hem üniversitenin şehri değil, şehrin üniversiteyi dönüştürmesinden (ODTÜ ile aynı yıl kurulan Erzurum’daki üniversiteye bakın) hem de konuyla ilgili yayınlanan on küsur kitapta neredeyse sadece üniversitenin kent ekonomisine katkısının ele alınmasından. Bu tip kitaplar genelde tek bir ili ele alırken M. Fatih Gürez’in Üniversite Öğrencilerinin Kent Ekonomisine Katkısı’nda daha genel bir yaklaşım var. Elbette bir kente gelen öğrencilerin tüketiminin yerel ekonomiye katkıda bulunacağı açıktır ama üniversite öğrencisine bu gözle bakmak zaten baştan üniversite anlayışının bozuk olduğunu gösterir. Tabii bu durum sadece taşraya özgü değil, ilk kez TOBB Üniversitesi rektörünün ağzından öğrenciye müşteri dendiğini duyduğumu anımsıyorum.
Elbette iş bu kadarla kalmıyor, Gürez’in dediği gibi “üniversitenin girişimci yetiştirmesi isteniyorsa, performans ölçütleri arasına mutlaka bu aktivite ile ilgili ölçütler konulmalıdır”. Gerçekten de iş bu noktaya kadar geldi.
Üçüncü proje, üniversitelerde kalite değerlendirmesi konusu oldu. Bu da ilk bakışta çok çekici duruyor; öyle ya, üniversiteler kaliteli olsa, hatta bunu objektif bir değerlendirici denetlese, fena mı olur? Ama iş gerçekte böyle değil. Devrim Vural Yılmaz, alt başlığı ‘Kitleselleşme-Kalite Denkleminde Üniversiteler’ olan Sınıfları Doldurduk kitabında kalite konusunu çeşitli boyutlarıyla ele alıyor ve görüyoruz ki, aslında amaç daha fazla öğrenci veya müşteri çekmek: “Müşteri öğrenci kavramı öğrencileri hizmetten yararlanan ve deyim yerindeyse satın alan tüketiciler olarak yansıtmaktadır. Bu bakış açısıyla üniversitenin sunduğu hizmetler açısından öğrenci memnuniyeti en önemli ölçüt olmaktadır”. Kitabın sonundaki Yılmaz’ın şu yargısına katılmamak olası değil. “Üniversiteler kalite arayışında işletme odaklı yaklaşımları uyarlamak yerine kendilerine özgü yaratıcı yöntemler ile değişimi yöneterek yolculuklarına devam etmelidir”.
Bir de ilk 100, 500 üniversite arasına girmek gibi bir sorun ortaya çıktı. Boğaziçi’nin kayyum rektörü Melih Bulu bile kısa süre içerisinde ilk 100’e girme hedefi olduğunu söyledi. Aslında Cüneyt Belenkuyu ve Engin Karadağ’ın hazırladığı alt başlığı “Sıralama Sistemleri Hegemonyasındaki Üniversiteler” olan Akademik Kapitalizm kitabına şöyle bir göz atmış olsaydı, bu işin öyle bir iki yılda gerçekleştirilemeyeceğini görürdü. Diğer yandan, sıralama sistemlerinin yayınlanmaya başladığı 2003 yılından beri ülkelerin bunu uluslararası öğrenci pastasından daha fazla pay almak için kullandığı bilinen bir gerçek, yani yine dönüp piyasaya geliyoruz. Öyle ki, İngiltere’de kaynak tahsisleri bu sistemlerden etkilenmiş ve hükümet destekleri sanat, beşerî ve sosyal bilimlerden sıralamada daha önem verilen fen bilimlerine kaymış. Kitapta ayrıca her bir sıralama sisteminin ayrıntıları tartışılıyor, Türkiye ve dünyadaki üniversitelerin durumu gösteriliyor. Elbette piyasaya yönelik ama hangi sistemi kullanırsanız kullanın ilk 10’daki üniversiteler değişmediği gibi ilk 50 ve 100’de de ancak küçük kıpırdanmalar olabiliyor. Yani Bulu’nun işi pek kolay değil; bunu sadece sıralama sistemlerine girme açısından söylemiyorum.
Aslına bakarsanız sadece Bulu için değil Akademinin Yönetimi herkes için zor. Ronald G. Ehrenberg de kitabına alt başlık olarak “Modern Üniversitede Sorumlu Kim?” sorusunu koymuş. Eskiden olsa bu sorunun yanıtı daha kolaydı; zaten genelde beş tip üniversite modeli vardı ve her birinin misyonuna göre de kimin sorumlu olduğu kolaylıkla yanıtlanabilirdi. “Ancak tarihsel üniversite modellerinin tümü, şirket modeline göre örgütlenmiş olan ve genellikle daha üstün olarak algılanan Amerikan üniversitesinin hakimiyetine boyun eğmiş gibi görünmektedir”. Bunu ben değil, Ehrenberg söylüyor. İnsanın aklına, “İyi de, beş model inmiş bire; bu koşulda tek bir modelde yönetimin tanımlanması neden daha zor olsun ki?” sorusu elbette gelir ama durum hiç de öyle değil. Şirket modellerinin çeşitliliği düşünülürse akademinin ‘saf ve temiz’ örgütsel şemasının nasıl karmaşık hale geldiği anlaşılabilir. Ehrenberg, editörlüğünü yaptığı kitapta ABD örnekleriyle bu konuyu ele alıyor ve anladığım kadarıyla da ABD’de toplumsal örgütlenme biçimleriyle üniversite yapılarının gösterdiği uyum, sorunların alt düzeyde kalmasını sağlıyor. Ama yazının başında belirttiğim gibi, ABD’nin 50 yılda aldığı yolu bir iki yılda almaya kalkarsanız sonuç kaçınılmaz olarak sizi çözümsüzlüğe götürür. Akademinin piyasalaşma krizinin bize yansıyan yönü böyle olsa gerek.
Peki tüm başarı ‘kaç para kazandın’a indirgenince Akademisyen Başarısı nasıl olmalı? Hande Karaaslan Ördek’in yüksek lisans tezini danışmanı Mete Yıldız ile birlikte kitaplaştırdığı çalışmada Akademisyen Başarısı’nı doğrudan akademisyenlerin nasıl algıladığı sorgulanıyor. Bana ilginç gelen, başarıyı bilgi üretimi olarak görenlerin oranının yüzde yirmi iki düzeyinde kalması oldu. Sanırım 1980’den beri süren piyasalaşmanın akademisyeni getirdiği durum bu olsa gerek. Ördek ve Yıldız’ın çalışmasında yöntemle ilgili ciddi sorunların olduğunu düşünsem de araştırmanın herkesin ulaşabileceği şekilde basılmış olmasını da takdir ettiğimi söylemeliyim. Keşke her çalışma basılı hale gelse de hem sonuçlarından yararlansak hem de eleştiriye açık halde bulunsa.
Buraya kadar bahsettiğim kitaplar, akademinin piyasalaşmasının sonuçlarını değişik açılardan değerlendiriyorlar ve bence üniversitenin bugününü okumak isteyenlere iyi bir kaynakça olabilir.
Piyasalaşma öylesine akademik yaşamın içerisine girmiş ki, onsuz bir akademi düşünmek olanaksız gibi. Bunu söylememin nedeni Türkiye’de üniversite konusunda en çok çalışanlardan biri olan, ama kesinlikle en çok kitabı yazmış kişi olan Prof. Dr. M. Tahir Hatipoğlu’nun; hazırladığı Üniversite Yasası Önerisi’ne şirket üniversiteleri, üniversite içerisinde kişisel gelir sağlamaya yönelik özel çalışma, döner sermaye işletmesi gibi kavramları katmak zorunda kalmış olması. Bugün üniversite öğretim üyelerinin tümünün akademik yaşamının 1980 sonrasında, yani piyasalaşma sonrasında başladığını düşünürsek, sanırım başka türlüsü olanaksızmış gibi duruyor. Bence gerçek üniversiteyi kendisini bu propagandadan kurtarabilenler kurabilir ancak.
(1)Günal İ. Üniversitelerin piyasalaşma süreci. Toplum ve Hekim 35:371-7, 2020.
KÜNYELER:
-Anadolu Sanayinin Rekabet Gücü ve Üniversite Sanayi İşbirliği. Türkiye Ekonomi Kurumu Yay., 1994. Bulması güç, kurum sitesinde pdf şekli var.
-Üniversite Öğrencilerinin Kent Ekonomisine Katkısı. M. Fatih Gürez, X On Yay., 2020. Etiket fiyatı 23 TL.
-Sınıfları Doldurduk. Devrim Vural Yılmaz. Gece Kitaplığı, 2020. Etiket fiyatı 35 TL.
-Akademik Kapitalizm. Cüneyt Belenkuyu, Engin Karadağ, Nobel Yay., 2020. Etiket fiyatı 24 TL.
-Akademinin Yönetimi. Ronald H. Ehrenberg (Ed.); Küre Yay., 2020.Çev.: Huri Küçük, Rümeysa Çamdereli. Etiket fiyatı 67 TL.
-Akademisyen Başarısı. Hande Karaaslan Ördek, Mete Yıldız. Gazi Yay., 2020. Etiket fiyatı 35 TL.
-Üniversiteler Yasası Önerisi. Tahir Hatipoğlu. Hatiboğlu Yay., 2012. Satılmıyor, yayınevinde bulunabilir, meraklısı ile paylaşabilirim.