Dikkatinizi çekmiştir, en sık akademi üzerine yazıyorum; bu da demektir ki en çok akademinin sorunları ile ilgili kitaplar okuyorum. KHK ile üniversiteden uzaklaştırılan birisinin hala bu konuyu okuması anlamsız gelebilir ama akademi içerisindeyken de böyle karşılanırdı. Piyasada bulunmayan, üniversite yayını olan bir kitabı, yazarı olan öğretim üyesinden istediğimde, “ne o hocam rektör olmayı mı düşünüyorsun?” sorusuyla az karşılaşmadım.
Bildiğim kadarıyla her bibliyomanın bir favori konusu oluyor, en azından benim tanıdıklarım böyle. Bu favori konu sonunda bir tutkuya, hatta bir koleksiyona dönüşmeye başlıyor. Bana öyle geliyor ki, bibliyoman için kitabın okunması ile kitabın fetişleşmesinin kesişim noktası burası.
Şunu anlatmaya çalışıyorum: benim favori konum da üniversite politikası. Yıllar önce ilkten öğrenmek için okumaya başladığım bu konu, sonradan “nasıl olmalı?” sorusuna yanıt aramaya dönüştü, hatta biraz da ulviyet katarak sosyalizmde nasıl olmalı boyutuna götürdüm ki, itiraf etmeliyim bunda biraz da rasyonalize etme kaygısı vardı. Başlangıçta, “üniversite politikası ne olacak ki, kırk, elli kitap okurum bu iş biter” derken, şimdi bakıyorum iki bin cildi çoktan aşmışım ve hala listemde yer alan, peşinde olduğum yüz civarında kitap var ve her geçen gün de yenileri yayınlanıyor. Elbette, kimi zaman bilim veya eğitim politikası ile karıştığı, kesiştiği yerler var ama onların da üniversite eğitimine özel yer ayıranlarını bu gruba alıyorum.
Bu kitapların hepsinin de çok keyifli olduğunu asla düşünmeyin. Hemen hemen tümünün yazarı akademisyen ve çoğunun dili akıcı değil. Bunda kendi alanlarından getirdikleri sorunlar da (fen bilimlerin mekanikliği, sosyal bilimlerin kalabalıklığı) var ama yine de biraz gayretle daha okunası yazılabileceklerini düşünüyorum. Genellikle araştırma projesi veya onun bir parçası olan bu çalışmalar, akademik yükseltme ve teşviklerde kullanılan “kitap yazma” koşulu için kullanılsa da, daha geniş bir kitleye ulaşma olanağı veren yayınevlerince basıldıkları için bu şansı iyi değerlendirmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Harran Üniversitesi Osmanbey Kampüsü’nün Coğrafi Etüdü isimli kitap için de bu söylediklerim geçerli. Üniversite yerleşkeleri (kampusları) genellikle şehirden uzak, daha doğrusu izole; bu durumda bari doğayla uyumlu olmalı diyor insan. Bence en yanlış yaklaşım ise kent-yerleşke ilişkisini kente ekonomik katkı veya sosyalleşme temelinde ele almak. Aslında bu ilişki, bilgi üretmekle yükümlü olan üniversitenin, kendisi için bilgi üreteceği toplumdan kopmaması ve ne tür bir bilgiye gereksinim olduğunun farkındalığı içindir. Bu arada ekonomik katkı da olur sosyalleşme de; ama bunlar amaç değildir asla, yan ürün olabilir belki.
KÜNYE: Harran Üniversitesi Osmanbey Kampüsü’nün Coğrafi Etüdü. Sedat Benek ve ark. Kriter Yay., 2016. Etiket fiyatı 25 TL
Benzer bir diğer kitap da Esin Sultan Oğuz’un Ankara’daki profesyonel üniversite kütüphanecilerinin önemli bir çoğunluğunu kapsayan anket çalışması. Kitap, AB Enformasyon Toplumu ve Üniversite Kütüphanecileri adıyla yayınlandı. Kitapta her ayrıntı verilmiş (ki bence okuyucu için gereksizleri de var) ama okuyucuyu çalışmanın içine sokacak olan anket soruları unutulmuş. Unutulmuş diyorum çünkü metin içerisinde “ek” de verildiği söylenmesine karşın, kitapta ek yok!
Kişisel düşüncem, üniversite kütüphanecilerini diğer kütüphanecilerden ayıran temel özellik, araştırma sürecinin bir parçası olmaları; daha doğrusu olmalarının gerektiği. Yoksa diğer kütüphanecilerden bir ayrımları kalmaz. Bunun için de, başlangıcından itibaren araştırma ekibinin bir parçası olmaları gerekir, yardımcı olmaları değil. Diyeceksiniz ki, akademisyenlerin araştırma dışında oldukları bu devirde bu nasıl bir fantezi? Haklısınız ama ben doğrusunu söyleyeyim de, tarihe bir not olsun.
KÜNYE: AB Enformasyon Toplumu ve Üniversite Kütüphanecileri. Esin sultan Oğuz, Hiperyayın, 2018. Etiket fiyatı 24 TL
Benim bu kitapla ilgili temel sıkıntım, başlıktan da anlaşılacağı gibi, bilgi toplumu ön kabulü ile yazılmış olması. Dünyada savaşlar sürerken, milyonlarca mülteci varken, açlıktan ölümler olağanlaşırken, her türden ayrımcılık çoğalırken, gericilik yaygınlaşırken, hala bilgi toplumundan söz edilmesi bana ilginç geliyor. Üşenmedim, bilgi toplumu konusunda sıkça kaynak gösterilen ve 1992 yılı Türkiye İş Bankası toplum ve insan bilimleri büyük ödülünü de alan, Prof. Dr. Hüsnü Erkan’ın Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme kitabını tekrar okudum. Amacım, 30 yıl önceki bu kitabın öngörülerinin gerçekleşip gerçekleşmediğini görmekti. Henüz kitabın ilk sayfalarında “1873 sonrası sınıflara bölünmüş toplumsal yapı yerini toplumsal bütünleşmeye bıraktı” diyerek konumunu belirliyordu yazar. Bilirsiniz, 1800 lü yılların ikinci yarısı kapitalizmin emperyalizme verildiği yıllar olarak kabul edilir. Yani sömürgeciliğin, işgallerin başladığı dönem. Şimdi kalkıp da bu tarihle toplumsal bütünleşme olarak görmek ne demektir bilemiyorum. Yanılmıyorsam Kautsky’nin görüşleriydi bunlar ama sadece o tarihlerde. Neyse, öngörü olarak sanayi toplumunun özel mülkiyetinin yerini toplumsal işbirliğinin alacağını; savaş, işsizlik ve faşizmin ortadan kalkıp yerini sadece kişisel teröre bırakacağını söylüyor! Ne diyeyim?
KÜNYE: Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme. Hüsnü Erkan, Türkiye İş Bankası, 2. baskı, 1994. Baskısı yok, sahaflarda 2-25 TL arası değişiyor.
Üniversite politikası konusunda sevdiğim bir kitap türü de küçük birimlerin tek tek tarihlerini anlatanlar. Bu kitaplarda hem ayrıntıları görebiliyor insan, hem de genel politikaların işlevsel birimlere nasıl yansıdığını. Bu kitaplardaki kısa anılarda sözlü tarih açısından önemli bence. Bu türde yeni okuduğum kitap İstanbul Üniversitesi’nde Jeofiziğin Serüveni. Kitapta en sevdiğim nokta jeofiziğin mühendislik olmasının tümüyle ekonomik nedenlerle oluşunun itirafı oldu. Böylece yan ödeme, tazminat vs. sorunları çözülmüş. Aynı zamanda jeolog ve jeofizikçiler mühendis olduklarını söyleyerek jeoloji ve jeofiziğin ne olduğunu anlatmaktan kurtulmuşlar. Sevdiğim bir diğer nokta ise önemli görevlere gelen mezunlarını sayarken, yazar Cemil Kavukçu’yu da belirtmeleri. Keşke bir de yardım alsalardı da kitabın dili daha iyi olsaydı.
KÜNYE: 90 Yılın Ardından İstanbul Üniversitesi’nde Jeofiziğin Serüveni. Z. Mümtaz Hisarlı, Ferhat Özçep (Ed). Literatür Yay., 2017. Etiket fiyatı 65 TL.
Geçenlerde eski rektör, general Ömer Şarlak üniversite konusundaki görüşlerini, üniversite tarihiyle beraber ele aldığı kitabını yayınladı: Anne Gibi Yetiştiren Kurum Üniversite. Kısa bir kitap (128 sayfa) ama ilginç bilgiler var içinde. Örneğin, 1000’li yıllarda bir polis –öğrenci çatışmasında polise karşı öğrenci- öğretmen birliğine “universitas” dendiğini ve üniversite isminin buradan geldiğini; 1933 yılında Einstein’ın Nazi baskısı altındaki bilim insanlarının Türkiye’de çalışabileceğini söyleyen mektubunun başbakan İsmet İnönü tarafından” mevzuata uygun değil” denilerek reddedildiğini, bunu öğrenen diş hekimi Sami Günzberg’in durumu Mustafa Kemal’e ilettiği ve üniversite reformunun böyle başladığını söylüyor. Benim bu iki olayla ilgili bilgilerim bu şekilde değil; diğer veriler de Şarlak’ı doğrulamıyor ama yine de kuşkucu olup, bu iddiaları akılda tutmak, hatta araştırmak gerek.
KÜNYE: Alma Mater Studiorum Anne Gibi Yetiştiren Kurum Üniversite. Ömer Şarlak. Nobel Tıp Kitabevi. Etiket fiyatı 18 TL
Üniversite reformu demişken zamanın Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’i anmadan olmaz. İlginç birisi, çıkar beklemeden kendisini cumhuriyetin hedeflerine adayan bir aktivist, şu günlerde tartışılan “andımız”ın yazarı, tıp doktoru, halkevci ve üniversite konusunda çağdaş görüşleri olan bir aydın. Türkiye’de akademi konusu onsuz ele alınamaz. Yaşamı konusunda çok şey yazıldı ama benim için üniversite reformu sonrası, henüz daha yeni öğretim yılı başlamadan hastalığını bahane ederek istifa etmesinin arkasında ne olduğu bir bilinmez ama bu kitabı okursanız, Şarlak’ın kitabında söylendiği gibi edilgen olmadığını göreceksiniz.
KÜNYE: Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip. Niyazi Altunya. Eğitim-İş Yay., 2015. Kitapçılarda yok, sahaflarda 18-22 TL arası.
Nazilerden kaçan bilim insanlarının Türkiye’ye kabulü de ciddi bir politikanın sonucuydu. Genç cumhuriyet çeşitli yöntemlerle çok sayıda Yahudi’yi kurtarmıştı. Demek istediğim üniversite bahanesiyle kurtarılanlar bunun çok küçük bir yüzdesini oluşturuyordu. İşte bu politikayı bütünlük içinde görebilmek için Stanford Shaw’ın Yahudi Soykırımı ve Türkiye kitabı iyi bir seçenek.
KÜNYE: Yahudi Soykırımı ve Türkiye. Stanford S. Shaw, Timaş Yay.,2014. Etiket fiyatı 30 TL
Nereden nereye; 1933 reformuyla bilim insanlarını Nazilerden, hatta toplama kamplarından kurtararak Türkiye’ye getirmeden, 2019’da üniversitelerde dinci gericiliğin hâkim hale gelmesine. Bu iş ne zaman başladı derseniz elbette gericilik hep vardı, hiç yok olmadı; ama kırılma noktası ne zamandı derseniz diye soruyu değiştirirseniz, türbanın üniversiteye girişiydi derim. Sonra her şey çorap söküğü gibi gitti. Bu konuda liberallerin tavrını hala hazmedemiyorum. Aslına bakarsanız hazımsızlık diye bir sorunum olmaması gerek, kimin ne olduğunu açığa çıkaran bir turnusol kâğıdıydı adeta. Hele bugünden bakılınca her şey daha net görünüyor. Bunları Mazlumder’in YÖK Raporu’nu okurken düşündüm. Konunun insan hakları çerçevesinde ele alındığı ilk metindi diye hatırlıyorum.
KÜNYE: YÖK Raporu. Sezgin Tunç ve ark. Mazlumder, 2001. Bulması çok güç, web sitesinde PDF'si var.
Neyse, akademi okumakla, ben de yazmakla bitiremem herhalde.