AKP rejimi, bütün kurum ve bileşenleri ile korkuyor.
Korkunun kaynağı, 2013 Haziranı’nda yaşanan büyük halk direnişidir.
Halk, çağdışı, insanlık onuruna ve özgürlüklere saldırıda bayrağı elden düşürmeyen bu gerici iktidara karşı ayağa kalkarak, rejimin her bir hücresine, bu korku tohumunu ekti.
Milyonlar gerici rejimini reddettikten ve hükümetin dış politikası iflas ettikten sonra, emperyalist merkezlerle, risksiz ve güvenli kar peşinde koşan sermaye sınıfıyla AKP iktidarı arasında bir açı oluştu. Oluşan açı bu çevreleri, başından beri destekledikleri Erdoğan’a karşı alternatif aramaya itti. Bu arayış Erdoğan ve ekibinin korkularını daha da büyüttü.
Korkularına teslim olmanın yok olmak anlamına geleceğini iyi bilen Erdoğan ve ekibi, kavgayı büyütmeyi tercih etti.
Kavgayı büyütmek riskli olsa da güvendikleri bir şey vardı; halkın Haziran’da yükselttiği itiraz ve talepler dış güçlerin ve sermayenin umurunda değildi. Onların öncelikleri, AKP rejiminin kendileri açısından kazanç olan özelliklerinin devamını garanti altına almaktı. Erdoğan ve ekibi, iktidarın kaynağını halkta değil Vaşington’da ve parada görmede kendileri ile aynılaşan her türlü düzen içi muhalefetle başa çıkabileceklerine hükmettiler.
Yerel seçimlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ve Kürt siyaseti ile ilişkilerinde bunu test ettiler.
12 yıllık iktidarları boyunca her türlü hukuksuzluk ve yolsuzlukta, yeni rejimin inşası için yürüttükleri siyasi operasyonlarda ve devlet aygıtının yeni rejime adaptasyonunda birlikte davrandıkları cemaatle kavgalarında da belirleyici olan bu tespit oldu.
Kavgayı büyütmek için buna güvendiler. Bu tespit, AKP olası alternatifleri boğabildiği ve temsil tekelini elinde tutmayı becerebildiği oranda, emperyalistler ve sermaye sınıfının kazanımlarının korunduğu bir rejimin garantörü olmaya devam edebileceği anlamına geliyor. Bunun koşulu ise içerde AKP’nin mutlak otorite olması ve iktidarda kalmasını sağlayan toplumsal desteğinin sürmesi.
Böylece yeri geldiğinde meydan okuyarak, güç göstererek, yeri geldiğinde alternatiflerini boğarak sürdürdükleri bu strateji korkularıyla başa çıkmanın da yöntemi oldu.
AKP, kaynağında halkın olmadığı korkularıyla başa çıkabileceğine kanaat getirdi.
Cemaate yapılan operasyon böyle okunmalıdır.
Bu operasyon, AKP rejiminin yıllar boyu suç ortaklığı yaptıktan sonra, tıkanan rejimin sorumluluğunu diğer tarafa yıkmak ve başardığı oranda yol almak üzere kurguladığı bir senaryonun ürünüdür.
Kritik dönemlerde doğruları tekrarlamak önemlidir.
Cemaat, yasadışı bir örgüttür. AKP iktidarına lojistik destek vermiş, yeni rejimin inşası için tetikçilik yapmıştır. Ortada bir suç örgütü varsa, bu suç örgütünün her türlü suçunda cemaatin parmak izi vardır. Cemaatin “hizmet” kelimesiyle anılması eğer söz konusu emperyalist merkezler ve sermeye sınıfı ise gerçek, kast edilen halk ise ahmaklıktır.
Bugün tutarlı demokratlık, ifade özgürlüğüne ve basın dokunulmazlığına saygı gibi gerekçelerle cemaatten mazlum çıkarmaya çalışmak ise tek kelime ile aymazlıktır.
Fakat yukarıda sıralanan doğrular, gerici rejimin mutlak sahibinin Erdoğan ve partisi olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Tüm siyasi yargılamaların, halk düşmanı ekonomi politikalarının, ülke zenginliklerinin yağmalanmasının, ülkeyi terör riskiyle yüz yüze bırakan dış politikanın ve toplumsal yaşantının dinselleştirilmesinin hesabını verecek olan öncelikle Erdoğan ve partisidir.
Aymazlığın diğer cephesinde ise, cemaatin AKP’yi oyuna getirdiği ya da AKP iktidarına karşı suç işlediği fikri vardır. Oluşturulmaya çalışılan hiçbir algının, hep birlikte halka karşı suç işledikleri gerçeğini değiştirmesine izin vermemek gerekir. Eğer cemaat suç örgütüyse, başka suçları bir yana bu suç örgütüne yardım ve yataklık suçu işleyen başta Erdoğan ve bakanları olmak üzere, pek çok AKP kadrosunun bir de bu suçtan yargılanması gerekir.
Türkiye’nin geleceğinin gericiler arasındaki bir kavganın sonucuna göre belirleneceği fikrinden, ülke karanlığa doğru sürüklenirken, halkı çaresiz bırakmak dışında hiçbir şey çıkmayacağı unutulmamalıdır.
Bu suç örgütünün ortaklarından birinin diğerine tercih edilebileceği fikrine dayanan her tür strateji reddedilmeli, bu stratejilerin kimlerin işine geldiği teşhir edilmeli, milyoner dincilerin emperyalistlerle çıkar birliği içinde olduğu, hepsinin ise piyasa tanrısına kullukta yarıştığı bıkmadan, usanmadan, yılmadan halka anlatılmalıdır.
Türkiye’nin geleceğini AKP’nin inşasına hız verdiği İslamcı faşizm mi, dış güçlerle sermaye çevrelerinin arayışları mı yoksa Haziran’da ayağa kalkarak gerici rejimi reddeden toplumsal ve siyasi kesimlerin yürütecekleri mücadele mi belirleyecek? Can alıcı soru budur.
Yaşadığımız tüm bu rezillikler sağcılaşmanın ülkemize maliyetidir. Sağcılar yalancı, üçkağıtçı, hırsız ve zalimdir. Türkiye sağa yatmış bir gemi gibi batma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Sağcılığa daha fazla pirim vermek gemiyi batırmak anlamına gelir. Türkiye batırılmayacak kadar değerlidir. Haziran ayaklanması bunun en güzel göstergesidir.
Bu ülkenin sola ihtiyacı var. Bu nedenle tüm kuvvetleri solda toplamalıyız. Safları sıklaştırmanın zamanı geldi. Haziran direnişiyle başladığımız işi bitirmenin zamanı geldi.
Başladığımız içi bitirmenin yolu halkın örgütlenmesinden, kötünün iyisine mahkûm olmadığını ilan etmesinden ve kendi seçeneğini yaratmasından geçiyor.
Bunun için tüm ülkede örgütlenme seferberliğine başlayan, hangi siyasi eğilimden olursa olsun, eşitlikçi, özgürlükçü, aydınlanmacı, yurtsever yurttaşlarımızın bir araya gelerek yerelliklerde büyük heyecanla kurduğu Haziran hareketini yaygınlaştırmak gerekiyor.