Akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça ben bu satırları yazarken açlık grevlerinin 73. günündeydiler. Her ikisi de sayısını unuttuğum kanun hükmünde kararnamelerden bir tanesiyle atılmıştı. İstekleri çok basit; yargısız bir biçimde ellerinden alınan işlerini geri istiyorlar. Artık kritik dönemin içerisindeler; biliyorsunuz, kişiden kişiye değişmekle birlikte 40. günden sonra geriye dönüşü olmayan hasarlar oluşabilir. Her sabah korkuyla haberlere bakıyorum.
Herkes açlık grevi yapamaz. Açlık grevi yapabilmek için önce haklı olmak gerekiyor. Daha açık ifadesi düzenin kendisine verdiği hakların, yine düzen tarafından ve kendi koyduğu kurallar çiğnenerek elinden alınan kişiler açlık grevi yapabilir. Tabii bir de mangal gibi yürek gerekir. Siz hiç açlık grevi yapan faşist, dinci veya dolandırıcı gördünüz mü? Ya da bunların açlık grevi yapabileceğini düşünebiliyor musunuz? Çünkü her açlık grevinde bir toplumsal çıkar vardır. Kimse salt kendi çıkarı için açlık grevi yapamaz. Sadece kendisini düşünenler zaten sorunlarını başka türlü çözme yoluna giderler.
Tek bir öğün atladığında insanın midesi kazınırken, çoğu kişi zayıflama amacıyla basit bir diyeti bile gerçekleştiremezken, bu insanlar ölümüne aç kalıyorlar. En kötüsü de, kimi akademisyen ve hekimlerin bile “durumları iyi görünüyor, herhalde gizlice bir şeyler yiyorlar” demeleri. Üstelik bu süre içerisinde grevciler onlarca kez gözaltına alınıp, darp edilip, gaza maruz bırakılırken. Bu konuda devlet gibi davranmamak gerek çünkü devlet zaten Cumhuriyet tarihinin en büyük kıyımını gerçekleştirerek yüzbinlerce insanı açlığa mahkûm etmiş durumda.
Kamuoyunda “Barış İmzacıları” olarak bilinen insanlardan da 300’ün üzerinde akademisyen işten atıldı. Garabet aslında burada başlıyor. Öncelikle bir bildiriyi imzalamak dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman suç olmamıştır. Hele bunu terörle bağdaştırmak akıllara ziyan bir durumdur. Hiçbir yasada da karşılığı bulunmaz. Aksine, böyle bir nedenle işlem yapmak, suçlamada bulunmak suçtur çünkü Anayasanın 38. maddesi “kimse kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz” der. Bu durumda akademisyenler hakkında soruşturma açan üniversite rektörleri bizzat kendileri disiplin suçu işlemiştir. İmzacılara yapılan “imzanı geri çek” teklifi de imza atmanın suç olmadığını gösteriyor. Eğer suç ise zaten işlenmiş demektir, geri alınması olmaz. Demek istediğim örneğin bir hırsız çaldıklarını yerine koyarsa suçsuz mu olacaktır? Sadece hafifletici bir neden olabilir o kadar. Üstelik imza atıldığında YÖK’ün disiplin yönetmeliğinin olmaması, yapılan eylemin OHAL ‘e gerekçe olarak gösterilen nedenler arasında olmaması da garabetin diğer kanıtlarıdır. Devletin, düşünsün, fikir üretsin diye işe aldığı insanları düşündüğü için işten atmasını ise bu ülkeyi iyi tanımayanlara anlatmak neredeyse olanaksızdır.
Geçenlerde yayınlanan “Barış İçin Akademisyenler. Olağanüstü Zamanlarda Akademiyi Savunmak” kıyıma uğrayan barış imzacılarının durumunu hukuki düzlemde ele alan ciddi bir çalışma. Konuyu çok boyutlu olarak ele alıyor. AİHM kararları arasında “Asıl terörist Türkiye Cumhuriyeti” veya “Devlet katliam yapmıştır” ifadelerinin suç olmadığını da bu kitaptan öğrendim.
Asıl merak ettiğim, rektörlerin önümüzdeki öğrenim yılı açış konuşmalarında açlık grevi tapan ve/veya işten atılan akademisyenlerden söz edip etmeyeceği. Merak ediyorum dediğime bakmayın, o sözün gelişi, bahsetmeyeceklerini biliyorum zaten. Birçok üniversite, rektörlerin açış konuşmalarını kitapçık olarak basar, ben de bunları takip ederim. Genellikle dişe dokunur bir şey söylemezler, yönetim kurulunun toplantı sayısı, öğrenci sayısındaki değişim gibi rakamlar verip, maddi gereksinimlerinden söz ederler. Gelenektir, açılış törenlerine en az bakan düzeyinde birisi katılır, rektörler de konuşmalarında onları över ve destek isterler. Bu konuşmalarda ne üniversitenin temel işlevi olan bilim vardır, ne de üniversiteyi etkileyen büyük politik olaylar. Bir miktar antikomünizm vardır. o kadar. Örnek mi? Cem’i Demiroğlu’nun “İstanbul Üniversitesi 1990-1991 Öğretim Yılı Açış Konuşması”. Akılda kalan tek şey perestroykanın komünizmi yıkarak ne denli hayırlı bir iş yaptığı, başka bir şey yok.
Geçen yıl “Rektörlerin Gözünden Ankara Üniversitesi” başlığı altında Ankara Üniversitesi rektörlerinin 1946-2016 yılları arasında yaptıkları açış konuşmaları tek bir cilt olarak basıldı. Okunduğunda yetmiş yıl boyunca pek bir şeyin değişmediği, hatta yıllar ilerledikçe ciddi bir kalite kaybı olduğunu söylemek mümkün. İlk rektör Şevket Aziz Kansu’nun net bir üniversite kavramına sahip olduğunu, 1946 yılında TÜBİTAK ve TÜBA gibi kuruluşlara gereksinim olduğunu saptadığını görüyoruz. Bahsedilen kurumlar ancak 1963 ve 1993 yılarında kurulabilmiştir. Diğer yandan Ankara Üniversitesi 1946, 1959, 1961 ve 1980 yıllarında büyük tasfiyeler yaşamasına ve bunların sadece üniversitenin değil tüm ülke gündeminin ilk sırasında olmasına karşın, rektörler hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar. İşte bu yüzden önümüzdeki açılışlarda ne tasfiyelerden ne de açlık grevlerinden söz etmelerini beklemiyorum. Umarım yanılırım.
Rektörler ellerindeki fırsatları sadece açılış konuşmalarında değil, üniversiteyi anlatan kitaplarda da kullanmazlar. İşte bazı örnekler: “Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 1966-1995”. 30 yıllık dönemde ne 12 Eylül tasfiyesi var ne de YÖK. Akılda kalan tek şey Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine katılmalarını “ilmi faaliyetler” içerisinde göstermeleri. Temalı (denizcilik) özel bir üniversite olan “Piri Reis Üniversitesi’nin Kuruluş Tarihçesi” de farklı değil. Demek istediğim kamu üniversitelerini “onlar devlet üniversitesi, eleştiremez” diye savunmanın geçersiz olduğu. Sorun anlayışta. Anlayışın bozuksa özel de olsan, kamu da olsan eleştiremezsin. İTÜ Devlet Konservatuarı’nın tarihi de “Mühendishane’de Musiki” adıyla yayınlandı. Kırk yıllık bir dönem ele alınıyor. Aslında bu kitapta çok az bilinen, 1978 yılında Ahmet Taner Kışlalı’nın Kültür Bakanlığı sırasındaki gericilik suçlamasıyla 22 öğretim elemanının uzaklaştırılmasına şöyle bir değinilmiş; ayrıntı yok. Eğer biraz daha fazla bilgi verilip (örneğin uzaklaştırılanların listesi, savunmalar, basına yansımaları vs.) bu kitabı genel yargımın dışında tutabilirdim ama olmadı.
Hiç mi olumlu örnek yok? Var, ama yurtdışından. Toronto Üniversitesi Tarih Bölümü’nün tarihini anlatan “Laying the Foundation” . Kitap üniversite yayını olmasına karşın, hem kendilerini, hem üniversiteyi hem de devleti eleştiriyor ve ne üniversite ne de Kanada devleti yıkılıyor bu kitap yüzünden. Sadece gurur kaynağı oluyor.
Açlık grevindekiler ve tasfiye edilenler üniversitelerin onurudur. Bakalım üniversitenin entelektüel damarının kurumasına ses çıkartabilen bir rektör olacak mı?
Barış İçin Akademisyenler. Kerem Altıparmak, Yaman Akdeniz. İletişim, 2017. Etiket Fiyatı 16.50 TL
Açış Konuşması. Cem’i Demiroğlu. İstanbul Üniversitesi Yay., Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim.
Rektörlerin Gözünden Ankara Üniversitesi. Editör, Doğan Atılgan. Ankara Üni., Yay., 2016. Belki Üniversiteden bulunabilir, sahaflarda 9.50-15.00 TL arası.
İlahiyat Fakültesi 1966-1995. Dokuz Eylül Üniversitesi Yay., Sahaflarda 4.00 TL
(TÜDEV) Türk Deniz Eğitim Vakfı ve Piri Reis Üniversitesi’nin Kuruluş Tarihçesi. Müfit Yıldırımalp. TÜDEV Yay., 2008. Belki Vakıf veya Üniversiteden bulunabilir. Meraklısı ile paylaşabilirim.
Mühendishane’de Musiki. Mehmet Güntekin. İtü Geliştirme Vakfı Yay., Belki Vakıftan temin edilebilir, sahaflarda 25.00-35.00 TL arası.
Laying the Foundation. Robert Bothwell. Toronto University Press, 1991. Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim.