Devrim nedir sorusu, herhalde ilk duyduğumuz bir kavram değil.
Pek çok yanıt türetilebilir.
Bana göre, sade ve tercih edilir olanı şudur:
“Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği ve yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmeye razı olmadığı dinamik toplumsal olay.”
Bu ikili denge/dengesizlik, uzun sosyal, siyasal yaşam süreçlerini de içine alabilir. İkisinin kafa kafaya çarpıştığı, tokuştuğu ve yönetilenlerin, kendi kaderini kendi eline almaya karar verdiği ve harekete geçtiği ana da “devrimci durum” diyoruz.
29 Ekim, böyle bir devrimin gerçekleşmesi için kendi kaderini kurma kararlığıyla yola çıkan bir halkın utkuya ulaştıklarını dünyaya ilan ettiği gündür.
O yüzden bir 28 Ekim akşamı, Mustafa Kemal son fitili ateşlemiştir.
“Efendiler yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz”.
UMUT, İNANÇ, İRADE...
Ertesi gün, yani 29 Ekim'de ilan edilen şudur:
Emperyalizme karşı haklı bir savaşın kanıyla yoğrulmuş ve monarşiden halk iradesine geçerek Cumhuriyetle taçlanmış bir devrim.
29 Ekim’in önsözünde, bu bulunmaktadır.
Kuşkusuz her devrimin temelinde olduğu gibi, Anadolu ihtilalinin de sınıfsal bir temeli bulunmaktadır.
Devrimin ateşleyicisi, kökenini Osmanlı Tanzimatı'ndan alan, büyük ölçüde 1908 Devrimi kadroları içinden filizlenen ve Avrupa aydınlanmasıyla harmanlanmış ve bugünün kentsoylu ya da küçük burjuvasına denk düşen asker ağırlıklı ve aydın azınlıklı bir öncü müfrezeler ittifakı içinden başarılmıştır. Bu müfrezelerin örgütlediği de yoksul Anadolu köylülüğüdür. Bu köylülük, temelde ve büyük ölçüde, feodal hiyerarşi içinde ağa-mütegallibe liderliğine dayalı bir sınıfsal yapıyı temsil ederken, öncü müfrezelerle, geç kapitalizm demokratik devrimine denk düşen sınıfsal bir ittifak kurmuşlardır. Savaşan asker taburlarında, fabrikadan kopup gelen cılız bir işçi sınıfının varlığının unutulmaması da ayrıca gerekir. Belki içlerinde en yoğunu, kadını ve erkeğiyle imalat-ı harbiye işçileri olup, onlar da cephe gerisinden ürettikleriyle, savaşı mümkün ve cepheyi ayakta tutmuşlar ve hem de muzaffer kılmışlardır.
Anadolu ihtilalinin, kurtuluş ve kuruluş sonrası, iç bileşenleri, mevzileri ve iktidarı paylaşmak değil, iktidara sahip olma iradesiyle, her ayağa kalkış biçimlerine baktığımızda, bugünün fotoğrafının dünün içinde yattığını artık daha net ve yaşayarak görüyoruz. Türkiye’nin, en şeriatçısından en mülayimine kadar var olan sağı, savaşı yürüten meclis ve parti olarak, ana damar halinde Cumhuriyet Halk Fırkası içinden çıkmıştır.
Devrimin kotarılmasında rehberlik eden ana ülkünün ise, kaybolup giden bir Osmanlı mülkünden, Anadolu yarım adasını, vatan toprağı olarak kurtarmak ve tarihsel geçmişinde olmayan bir ulusal kimliğin aşılanmasıyla, özgür ve bağımsız yaşamak itkisi, utkuda başrolü oynamıştır.
Bu ittifaklar manzumesi, o nedenle kurtuluş sırasında ve sürecinde, Mustafa Kemal Paşa’nın ağzından şöyle seslenebiliyordu:
“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi öngören bir mesleği takip eden insanlarız.”
Emperyalist işgalin Anadolu’dan kovulmasında, mazlum halkların desteği de önemli bir rol oynamıştır. Hindistan-Pakistan’dan, Kuzey Afrika’ya, bu halkların ya cebindeki son kuruşları ya da bir şeyi yoksa duaları, destek olarak ulaşmıştır.
Bolşevik Devrimi, bir anlamda varlık bulmasının temelinde yatan Çanakkale Savaşı'nın kahramanlarına ve cephenin komutanı ve Anadolu ihtilalinin önderi Mustafa Kemal’e borcunu, İstiklal Savaşı'na her bakımdan tam destek vererek ödemiştir.
Böylece umut, inanç, irade, kurtuluş ve kuruluş dönemlerinin ana enerji kaynağı ve devrimin kurallarının oturuşmaya başladığı bir sürecin hikâyesidir.
2. SAVAŞ VE YENİ DÜNYA DÜZENİ
İkinci savaşa gelirken umumi manzara neydi?
On üç milyonun yüzde 98'i okuma yazma bilmez iken, cehalete seferberliğinin açıldığı, Ali okulundan ilk mektebine, lisesinden, üniversitesine yol döşeyen bir eğitim devrimi…
Varsa, beş-on sağlık memurunun bile hekim yokluğundan, hekimden sayıldığı, sıtma, trahom ve veremden halkın kitlesel kırıldığı, her yeni doğanda, yarısının yok olduğu bir çocuk ölüm hızıyla malul bir yurtta, modern hastanelere, hekim ve hemşire hizmetine varan bir sağlık devrimi…
Yolu, yordamı, şosesi, üstünde seyri sefer edecek otomobilin lastiği olmayan bir vatandan, yurdun dört bir yanını saran çelik ağlarla döşenmesine varan bir ulaşım devrimi…
Kadının adı hiç ve yokken, Avrupa’dan önce eşit seçme ve seçilme hakkının tanındığı, her kız çocuğunun ilkokula başladığında Cumhuriyet’in yeniden kurulduğu bir eğitim devrimi…
Ve daha istemediğiniz kadar başka örnekle beraber…
Filim ne koptu, ne de kendini geriye sardı. Burada bırakıyorum…
2. savaşa başlanan yıllarda, kendi uçağını ve motorunu “yerli ve milli” üreten bir Türkiye, sınırlı da olsa karnını doyuracak buğday stokları ve halkın sabrı ve dayanışması ile savaşı kazasız belasız atlatmayı başardı…
Halkın bilemediği ise, yeni dünya düzeninde, kendisine hangi don ve rolün biçileceğiydi…
Dünyanın kaderi, savaşın galiplerince yeniden belirlendi. Önce batı ittifakı içinde İngiltere’nin emperyal tacı, ABD dolarının başına Bretton Woods’da geçirildi. Kapitalizm nallarını yenilemiş ve savaş ekonomisinin gerektirdiği bütün pazarlar yeniden paylaşıma açılmıştı. Savaşın bir diğer galip tarafı Sovyetler, Orta Avrupa-Balkanlar'dan, Orta Doğu ve arka bahçe sayılan Kafkasya ve Asya içlerine yeni bir hinterlant alanı oluşturuyordu.
Türkiye, dibinde olduğu bu nüfuz alanından kurtulma isteği ile ve içeriden, batı dünya şirketlerine çoktan bağlanmış olan mümessillerinin de gayretleriyle, kendini kapitalist Batı'nın kucağına attı…
İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon, Lozan antlaşmasından hiç memnun olmayarak, Türkiye temsilcisi İsmet Paşa'ya, mealen Lozan’ın hesabını size tarih içinde ödeteceğiz derken, hesabını bilen bir rolde geleceğin biletini, o zamandan kesiyordu.
Türkiye’nin bugünkü Cumhuriyete gelişinin derin tarihinin yazılmasına, adeta Türkiye kurulurken, bir biçimde karar da verilmişti.
AĞACIN KURDU İÇİNDEN OLUR...
Ağacın gövdesi, Kurtuluş Savaşı sırasında da kurtluydu. Hilafet ve saltanat yanlısı bir kısım yüksek zabitan ve taraftar, devrim müfrezelerinin de içindeydi.
Tarihte bir anavatan kurtuluş savaşını, bir halk meclisinin yönettiğine dair başka bir örnek var mı (?) bilmiyorum. Ne ki bu halk meclisinin içinde, yurtsever kadar, her boy ve soydan Cumhuriyete karşı olan özneler de bulunabilmiş ve içte de bir iktidar savaşı sürüp gelmiştir.
Atatürk yaşarken de, ölümünden sonra da bu ekip, kurtuluş ve kuruluşun partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi içinde yuvalanmış ve emperyalist batının kucağına geçişle beraber, besleme olarak önce partiyi parçalamış ve sonra devrim ülkesinin, devrim karşıtı yöneticileri konumuna, kendilerini bir biçimde ve halkın paravanlığında atamıştır. Türkiye’nin sağı, esas olarak CHP’nin içinden çıkan Demokrat Parti ile yol yürüyüşüne başlamıştır. Takip eden Adalet Partisi ve sonrakiler, hilafetçi şeriatçısından, tekkeci zaviyecisine bugünlere ulaşan ve emperyalist kapitalizmden beslenen bir Cumhuriyet iktidarını kimi zaman darbelerle, sonra sıraya katılan seçimlerle, sırtlarında her dönem mahfuz tutarak ve hep Atatürkçü görünerek, menzile varabilmişlerdir.
OTURDUĞUMUZ YERDEN KOŞTURUYORUZ...
Burada kendime bir tarih yazıcılığı yapmıyorum. Söz tam yerine otursun, tarih falan da anlatmıyorum. Anlattıklarım ve anlatamadıklarımın tümü, tarihin kimi köşelerine ya da örneklerine, sadeleşmiş vurgularla değinmekten başka bir şey değildir. Ama yaşayan kuşaklar olarak, tarihin bu sahnelerinin, bir bir gözümüzün önünden geçtiğini de iyi biliyorum.
Demem şudur; “en büyük bayram kutlu olsun” bile diyememenin bir maluliyeti bugün söz konudur. Hem 2023, 100. yıla koşuyoruz ve hem de başka bir Cumhuriyete tutturulduğumuzu görürken buna karşı ayağa nasıl kalkılır bir türlü bunun ayırdına varamıyoruz.
Bu hallerimiz tam da oturduğumuz yerden koşturmaya denk düşüyor.
Var olduğunu bir zaman bildiğimiz ve şimdi esamesinin yerinde yeller estiğini hissettiğimiz Cumhuriyet değerleri için, ah ve vah etmenin ötesine bir türlü geçemiyoruz.
Kapitalizm biz eşitsizlikler, haksızlıklar ve çalışanların daha da sömürüldüğü bir yoksulluklar ummanıdır. Hallerimiz ise, aynen kıyıya vurana kadar, suyun farkında olmayan balıklar gibidir.
Anayasa'da laiklik yazıyor ve fakat laikliğe aykırı sayılması gereken hukuksuzlukların güncellendiği bir çağı terennüm edip duruyoruz.
Kadın cinayetlerinin, çocuk tacizlerinin olağanlaştığı, muhalefet etme biçiminin, sosyal medya hesaplarına yazılanlarda kaldığı, ekonomik sıkıntılarla tarumar olan yaşantılardan, kurtuluşun TV dizilerinde arandığı bir başka zamana, nasıl vardığımızın hesabını ve künyesini dahi tutamadığımız bir yangın çağı yaşıyoruz.
Memleketin bir kesiminden görünene bakarsak, her şey güllük gülistanlık; öte yandan ise adeta bir karanlık…
Hayat esasında bu keskinlikte olmasa bile, çıkış hep tünelin ucunda görülmesi gereken ve bir türlü görülememiş bir ziyaya (ışık) kalmış durumda…
OTURDUĞUMUZ YERDEN KALKIYORUZ...
Nutuk, 19 Mayısta Samsun’a çıkıldığında, yani devrimci durum anında, manzarayı umumiye “şöyle” diye başlar. Karanlığın bile daha da karardığı bir anda, neler vardı, neler olacak ve ne yapmalıyız la hikâye sürer gider.
Sonrası mı?
Tok, umutlu, inançlı ve irade koyan bir ses seslenir…
“Efendiler; yarın Cumhuriyeti ilan ediyoruz”…
Oturduğumuz yerden koşturmayacak ve doğrulacaksak…
Şimdi bize düşen ne mi?
Yeniden barışın, kardeşliğin, eşitliğin, aydınlanmanın, laikliğin, “toplumcu Cumhuriyetini kuracağız”.
“Yaşasın Cumhuriyet”, diye hançerelerimiz titreştiğinde, Cumhuriyet de yaşayacağını böylece bilebilecek...
Öyleyse…
Haydi, bulunulan yerden başlamak…