Bugün 2016 Türkiye'sinde laiklik gündemi ve laiklikle ilişkili rahatsızlıklar Türkiye'de sol siyasetin stratejisinin odağına yerleştirilebilir mi? Bu sorgulama, "sol siyaset laikliği önemsemeli mi", ya da "onu gündemde tutmak zorunda mı" gibi yanıtı açıkça "evet" olan basit sorulardan daha fazlasını içeriyor. Soru daha çok, laikliğin bugün, Türkiye solunun bütün diğer gündemlerini içine çekecek derecede kuşatıcı, kendi tarafını tanımlamada ve ilişkileneceği insanlarla ortaklaşacağı ana tema olacak derecede merkezi ve belirleyici bir yere sahip olmadığı ile ilgili.
Soru bu şekilde formüle edildiğinde görünüşte "Marksist" temelli şöyle bir itiraz baştan yükselebilir: Kapitalizmde esas olan emek-sermaye çelişkisidir; bu yüzden asıl meselenin sömürü, yabancılaşma, yoksulluk olduğu yerde "laiklik" bir sol siyasi stratejinin ana eksenini oluşturamaz. Fakat bu temelde bir itiraz Marksizmi karikatürleştiren bir ekonomizmin izlerini taşır; zira Marx ve onun takipçileri bir yandan kapitalist üretim tarzının tarihsel anlamda ayırt edici tarafının emek-sermaye çelişkisi olduğunu belirlemiş olsalar da diğer yandan sömürü üzerine kurulu sınıf iktidarının, her bir ülkede farklı özellikler gösterebilecek siyasal ve ideolojik biçimler ve hegemonya stratejileri temelinde kendisini devam ettirebildiğini kaydetmişlerdir.
Kapitalist bir toplumda ya da ülkede düzen, kendisini siyasal ve ideolojik düzeylerde yeniden üretmeye çalıştığından onun kendisine içkin krizleri de yine bu düzeylerde kendisini gösterebilir. Ve emekçiler ve burjuvazi arasındaki mücadele, ya da sınıf mücadelesi, sadece ücretler, sömürü, hayat pahalılığı gibi sosyo-ekonomik meseleler değil bunlara doğrudan indirgenemeyecek belirli siyasal ve ideolojik gündemler üzerinden somutlanabilir.
Üç Tarihsel Dönemeçte Taraflaşma
Aslında sol açısından modern siyasal tarih içerisindeki en önemli tarihsel dönemeçlerde bu durum kendisini yaygın bir şekilde göstermiştir. 1848-1851 arasındaki üç yıllık dönem, Fransa'da sınıf mücadelesinin en önemli kavşaklarından birisiydi; ve bu süreçte düzen ile düzen karşıtı, iktidar bloğu ile halk arasındaki karşıtlığın ana eksenini "cumhuriyet" ile monarşi arasındaki kavga ve "sosyal cumhuriyet" talebi oluşturuyordu. 1917 Mart ve 1917 Kasım arasında Rusya'da Bolşeviklerin kendileriyle düzenin geri kalan unsurları; halkla iktidar arasında çizgiyi yine son derece politik bir gündem üzerinden çektiklerini söyleyebiliriz: "savaştan çekilme ve "barış". Barış talebi, o dönemde Bolşeviklerin düzenin bütün çarpıklıklarını ifşa etmeleri, kendileriyle düzen içi güçler arasında sınır çekmeleri ve aynı zamanda devrim düşünesi etrafında yalnızca işçileri değil, köylüleri ve askerleri birleştirmeleri açısından çekirdek bir öneme sahip olmuştu. Benzer şekilde, 1950'lerin sonunda Küba devrimcilerinin halkla iktidar; düzenle kendileri arasındaki çektikleri sınırın temelini ücretler, artan sömürü gibi meselelerden çok anti-emperyalizm, yurtseverlik ve ulusal kurtuluş utku oluşturuyordu.
Laiklik talebi ve özleminin 2010'lar Türkiye'sinde, yukarıda saydığımız tarihsel dönemeçlerdeki diğer başka temalar (sosyal cumhuriyet, barış ve yurtseverlik) gibi solun, politik bir özne olarak "halkı" inşa edebileceği, onunla birlikte devinebileceği ve iktidar stratejisini oluşturabileceği ana yarılma ekseni olup olmadığı sorusuna da bu örneklerden yola çıkarak bir yanıt üretmeyi deneyebiliriz.
Bahsettiğimiz dönemlerde sol/sosyalist mücadelenin merkezine özellikle bu temaların yerleşmesi ne sadece dönemin devrimcilerinin iradi zorlamalarının ürünüydü ne de sadece söylemsel/ideolojik alanda sola altın tepside sunulan anlık fırsatların değerlendirilmesiyle ilgiliydi. Bahsettiğimiz temalar, solun eşit ve özgür toplum idealini, somut bir mekan ve zamanda hissettirebileceği uygun bir içerikle yüklü olmasının yanında, dönemsel olarak da düzenin siyasal ve ideolojik hakimiyetini bir bütün olarak sarsmaya en müsait çıkış noktalarını teşkil ediyordu.
Her üç tema da şu ya da bu derecede kendi dönemleri için şu beş özelliği gösteriyordu: a) bu temalar sol siyasetin nihai hedefi olan eşit ve özgür bir toplum idealinin uyumlu ve yapıcı birer unsuruydular (fikri uyumluluk); b) bu temalar etrafında oluşan rahatsızlıklar düzenin küçük dokunuşlarla tatmin edebileceği "demokratik taleplerden" ibaret değildi; giderilmeleri ancak düzenin aşılması, yani radikal bir atılımla mümkündü (radikallik); c) iktidar bloğu ile halk arasında kesin bir sınır çekecek düzeyde birincisinin iddiası olmaktan çıkmış, ikincisine mal olmaya başlamış mücadele gündemlerini teşkil ediyorlardı (taraflaştırıcılık); d) heterojen ve parçalı bir görüntü sergilemelerine rağmen gidişattan rahatsız olanları ortak kesen, hayatlarına dokunan ve bir arada tutmaya yeten bir kapsayıcılığa ve yakıcılığa sahiptiler (kuşatıcılık); e) soldaki siyasi öznelerin bambaşka bir içerikle donatmalarına veya tanımları üzerinde mücadele etmelerini gerektirmeyecek düzeyde toplum içerisinde asgari bir kararlılık ve netlikle içselleştirilmişlerdi (yerleşiklik- Gramsci'nin 'iyi duyu' kavramıyla anlatmaya çalıştığına benzer bir güncel ve tarihsel yerleşiklik).
Laiklik ve Halkın İnşası
O halde yazının başında 2016 Türkiye'sinde laiklik için sorduğumuz sorunun yanıtını bu beş özellik üzerinden yanıtlamaya çalışalım. Birinci, yani uyumluluk başlığı için uzun uzadıya bir tartışmaya girmeye hele ki şu dönemde girmeye gerek yok. Eşitliği ve özgürlüğü "bu dünyada" ve bu dünyanın çelişkilerine yüklenerek gerçekleştirme iddiası olarak sol siyaset, dinselliğin siyasal ve toplumsal alandan bireysel olana doğru geriletme çabasını da kaçınılmaz olarak içerir. İkincisi, yani laikliğin radikalliği meselesi ise günümüz Türkiye'si için sorulduğunda yanıtı çok zor olmayan bir sorudur. Dinselleşme/İslamcılık bugün AKP iktidarı altındaki Türkiye kapitalizmine, anayasa/rejim tartışmalarından, bir atölyedeki işçinin hak taleplerine kadar tepeden tırnağa, ancak radikal bir hamleyle tersine çevrilecek derecede sinmiş bir vaziyettedir; bu yüzden de laiklik devrimci/radikal bir taleptir. Bir öncekiyle ilişkili olacak şekilde üçüncü başlıkta laikliğin iktidar bloğu ile halk arasındaki taraflaşmanın merkezi unsurlarından birisi olup olmadığı sorusunun yanıtı yine AKP döneminin 13 yıllık hakimiyetinin özgüllüğü ile açıklanabilir. Laiklik, özellikle AKP'nin ikinci döneminden itibaren devletleşmiş bir siyasal iktidarın bırakın temsil etmeyi, açıkça saldırdığı bir ideolojik öğe haline gelmiştir. Kısacası, laikliğin Türkiye'de devletin biçimsel ve pragmatik bir biçimde bile temsil etmeye çalıştığı bir değer olmaktan uzun zamandır çıkmış durumdadır. Laiklik başlığındaki talep ve rahatsızlıkların, var olanın aşındırılmasına bir tepkiyle, ya da devletin kendi iddiasını neden yeterince sahiplenmediğine dair bir sorgulamayla sınırlı olmaktan çıkarak doğrudan siyasal iktidarı ve onun kuşatmış olduğu devleti karşısına almaya başladığının en önemli göstergesi 2013'teki Gezi İsyanı'dır. Dördüncü başlık, yani laikliğin bugünün Türkiye'sindeki birbirinden farklı rahatsızlıkları bir araya getirebilecek ve bu sayede de muhalif eğilimlerin dağınık ve parçalı görüntüsünü toparlayacak bir kuşatıcılığa sahip olup olmadığı meselesi için şu son bir-iki ayda yaşanılan gelişmeler oldukça öğreticidir. Bugün, Türkiye'de maden ocaklarında canını yitiren işçi aileleri de, şehrin ortasında tacize uğrayan kadınlar da, çocuklarının nasıl bir eğitim alacağı konusunda endişeli anne-babalar da, evini şehrini kaybedip yollara düşmüş Kürtler de, işe başvurduğunda "soyum sopum" araştırılır mı diye endişe eden bir Aleviler de başını azıcık kaldırdığında karşısında kendisini dinle terbiye etmek isteyen bir iktidar görmektedir. Kısacası, düzenle arasında şu ya da bu nedenle mesafe koymuş kesimler ne kadar dağınık ve heterojen olurlarsa olsunlar, hegemonyasını dinselleşmeye abanarak sürdürmeye çalışan siyasal iktidar bizzat kendi doğası itibariyle laikliği muhalefetin bir ortaklaşma zemini olarak kurmaktadır.
Laiklik, Ortak Duyu ve Sol
Buraya kadar bu dört başlıkta ortaya çıkan netliğin ve iyimserliğin beşinci başlık, yani laikliğin toplumsal ortak duyuda net ve kararlı bir tarzda sahiplenilmesi meselesinde de söz konusu olup olmadığı ise tartışmalıdır. AKP'nin toplumsal ve siyasal alanı dinselleştirmesi karşısında geniş kesimlerin yaygın bir rahatsızlık ve duyarlılık taşıdığı açık olmakla birlikte bu durum solun anladığı biçimde sınıfsal bir laiklik savunusunun hazırda öylece örgütlenmeyi bekleyecek derecede toplumsal yaygınlığa sahip olduğu anlamına gelmiyor. Toplumsal ortak duyuda, gericileşme karşısındaki rahatsızlıkların ifade biçimleri, hem AKP öncesi Türkiye'deki devletin belirsiz ve pragmatik laiklik anlayışının, hem de son dönemde AKP'nin İslamcı hegemonyasının izlerini taşımaktadır; ve bu haliyle bu tepkilerin sol siyasetin çabucak ve dolaysızca ilişkilenebileceği bir tutarlılık ve netlikten uzak olduğu söylenebilir. Bu alan, AKP'nin dinselleştirici politikaları karşısına, seküler yaşamla uyumlu "saf ve hakiki" Müslümanlığı koymak gibi aslında dinselleşmenin hegemonyasının bir başka göstergesinden başka bir şey olmayan apolojistliği de, toplumun genelinde kaybedilen sekülerliği kendi kurtarılmış bölgesinde icra etmeye dayalı kabuğuna çekilme eğilimlerini de, dinselleşmenin karşısına dinsel çoğulculuğu koyan bir Amerikan liberteryanizmini de aynı anda içerebiliyor. Hepsinin ortak özelliği de AKP'nin bir toplumsal proje olarak benimsediği dinselleşme karşısında savunmacı ve son tahlilde nihilist bir kaçışı içermesi.
Beşinci başlıkta ortaya çıkan bu amorf görüntü, net olmama hali, laiklik mücadelesinin/siyasetinin sadece siyasal iktidara dönük olarak değil aynı zamanda içeriye dönük olarak da yapılması gerektiğini gösteriyor. "İçeriye dönük siyasetten" gerçek laikliğin soyut ilkelerini topluma deklare etmekten ibaret bir stratejiyi ya da bir siyasal muarızı da gidişattan rahatsız olanlardan devşirmeyi kastetmiyorum. Zira bahsettiğim savunmacı tepkiler bir yanlış bilincin, eksik kavrayışın ürünü olarak değil, sekülerizmin bu topraklarda hızlı ve ani bir gerileme yaşamasının ve seküler değerlerin devlet eliyle itibarsızlaştırılmasının yarattığı karamsarlıktan kaynaklı olarak ortaya çıkıyor. Laiklik savunusunda görülen bu kararsızlık ve dağınıklık o halde öncelikle bu karamsar havanın; gerileme, köşeye sıkışmışlık hissinin dağıtılmasıyla sağlanacak. Solun kendisi bu konuda özgüvenli olmadan birlikte devineceği insanların da özgüvenli olması beklenemez. İşe, en azından laikliği merkeze alırsak bize "ulusalcı ya da "elitist derler" gibi bir saplantı ve çekiniklikten kurtularak başlayabiliriz.