Türkiye; ellerinden bir ülkenin kayıp gitmekte olduğunu her gün ve yaşamın her alanında hisseden ve fakat buna rağmen olağanüstü bir çabayla umudunu diri tutmaya çalışan insanların da yaşadığı bir ülke. Türkiye’de paranın ve iktidarın teslim alamadığı, bu memleketi yozluğa ve açgözlülüğe bırakmamaya kararlı milyonlar yaşıyor.
Eğer bir saldırı, bu insanları daha çok sessizleştiriyor, içine daha fazla kapatıyor, haklılıklarına rağmen cesaretlerini aşındırıyorsa o saldırı halka yapılmıştır. Ve bu haliyle de basit bir gerçeği ifade eder: Yapanlar, artık bu halkı gözden çıkarmışlardır.
13 Mart katliamı, mevcuttan daha da kötü ihtimallerin aralığını genişleterek ülke üzerinde verilen iktidar mücadelesinin doğrultusunu daha da belirsizleştirmiş, olabilir. Fakat halen bu ülkeden umut besleyenler için bir noktada netlik sağlamıştır: Türkiye’de bugün mevcut güç ilişkilerini bizzat kendi hamleleriyle değiştirebilme kapasitesine sahip, “fiili güç” sahibi iki özne, AKP-Erdoğan ve Kürt hareketi için Türkiye halkının geneli nezdindeki meşruiyet siyaseten güçlendirici bir kaldıraç, ana referans noktası ve dolayısıyla bir siyaset zemini olmaktan çıkmış bulunmaktadır. Bu durum, her iki güç odağının da, Türkiye içerisindeki geleceklerinin Suriye savaşının akışı tarafından belirlendiği bir noktaya doğru sürüklenmiş olmalarıyla ilgilidir. Kısacası, her ikisi için de Türkiye içerisinde meşruiyet zedelenmesine yol açabilecek herhangi bir durum, Ortadoğu'daki güç mücadelesinde kazanılabilecek herhangi bir mevziden daha önemli görülmemektedir.
Yalnız bu iki siyasi öznenin, bu duruma benzer bir sürecin içerisinden geçerek gediklerini, bu kırılmayı yaşadıkları andaki konumlarının aynı olduğunu söylemek doğru olmaz. AKP iktidarının içerideki iktidar dayanaklarını Suriye üzerinden kurmaya başladığı süreçle, onun Türkiye'nin bütününe seslenme iddiasından vazgeçmek zorunda kaldığı süreç geri dönüşsüz bir şekilde paralel ilerliyordu, ve epey geniş bir zamana yayıldı. Kürt hareketi ise HDP vasıtasıyla Türkiye'de hiç olmadığı kadar meşruiyet alanını genişlettiği bir dönemde keskin bir kopuşla Suriye/Rojava tarafından belirlenmeye başladı. Bu keskin manevrayı, kimilerinin iddia ettiği gibi, HDP projesinin alan kazanmasıyla inisiyatif kaybı kaygısı içerisine girdiği iddia edilen PKK kadrolarının iradi bir tercihi olarak görmek basitlik olur. Bu durum, AKP'nin Kürt hareketiyle girdiği pazarlıklarda, kendisi için hayati bir soruna dönüşen Suriye meselesini en başa yazması, iyi bir pazarlığın ölçütünü Suriye'de elinin rahatlaması olarak görmeye başlaması ile ilgilidir. Bu da son derece olağandır, zira bu parti ve esas lideri Türkiye içerisinde özellikle Gezi sonrasında yaşadığı telafi edilemez meşruiyet kaybına rağmen halen uluslararası düzeyde "başvurulabilecek" tek aktör olma konumunu -son mülteci krizinde ortaya çıktığı gibi- ancak Suriye kaosu üzerinden sürdürebilmektedir.
Burada bizler için aynı derecede önemli olan Kürt hareketinin de, bütün o Türkiye'ye seslenme iddiasına rağmen AKP ile girdiği ilişkinin ayarını son tahlilde Suriye üzerinden yapması, AKP'nin müzakerenin de savaşın da "mekanını" Türkiye sınırlarının dışına taşırma hamlelerine aynı şekilde karşılık vermesidir. O da aynı AKP gibi Türkiye içerisindeki siyasal varlığının kaldıracı olarak Suriye'de son dönemlerde güçlenen konumunu görmektedir. Son dönemdeki öz yönetim ilanlarının ilham ve güç kaynağı Türkiye'nin bütününde verilen mücadeleler olmadığı gibi, bunların yaratması beklenen siyasi etki de esasen Türkiye halkına yönelik değildir. PKK-PYD çizgisinin, Suriye'deki kazanımlarına ve IŞİD karşısında verilen mücadeleyle edindiği uluslararası itibara bakan biri onun yaşadığı Suriye belirlenimli bu kırılmayı gayet "rasyonel" bulabilir. Fakat Türkiye ölçeğinde eşitlik ve özgürlük mücadelesi vermek isteyen birisi için, doğal olarak, bir siyasi hareketin yöneliminin değerini belirleyen şey Ortadoğu ölçeğine dair yapılan reel-politik bir değerlendirmede "rasyonel ve sonuç alıcı" olması değil, Türkiye'deki eşitlik-özgürlük mücadelesinin alanını genişletip genişletmediğidir.
Hem AKP'nin hem de Kürt hareketinin Türkiye'deki siyasal etkilerini artıracak kaldıracı Suriye savaşında aradıkları ve bunu da son tahlilde sahip oldukları askeri ve jeo-politik güçle gerçekleştirmeye çalıştıkları bir dönemde Türkiye'de yürüttükleri güç mücadelesi artık savaşma kapasitelerinin birbiriyle yarıştırıldığı bir biçimde sabitlenmiş görünüyor. "Suriyeleşme" bu açıdan sadece Suriye'de savaşan tarafların Türkiye'de de varlık göstermesi değil o savaşın yöntemlerinin ve kurallarının Türkiye'ye siyaset yapanlara hükmetmesi; Türkiye'deki güç mücadelesinin tarzını belirler hale gelmesi; yani siyasetin topa, tüfeğe, bombaya sıkışmasıdır. 13 Mart Katliamı, işte bu tarzın başatlığının göstergesidir. Ve bu tarz bir kez hakim olduğunda yeniden meşru siyaset zeminine dönmenin bütün koşulları ve inandırıcılığı ortadan kalkar.
13 Mart katliamını planlayanların, bu saldırıyla Türkiye'nin doğusu ile batısı arasındaki yarılmanın derinleşeceğini bilmemelerine imkan yok. Türkiye'nin bütünündeki toplumsal muhalefet zemininin aşınacağını, savaş tamtamcılarının elini rahatlatacağını ve barış isteyen insanların daha fazla sinip, kendi içlerine kapanacağının da farkında olmalılar. Tüm bunları göze almışlarsa artık bir siyaset birimi/ölçeği olarak Türkiye'yi, bir özne olarak Türkiye halkını bir "belirleyen" olarak görmüyorlar demektir. Böyleyse, barış, bu savaşın taraflarından beklenen değil, buraya dair ortak bir mücadeleyle yeniden kurulan, öznesi halk olan bir süreç olmak zorundadır.