Daha önce Hava Kuvvetlerinden ayrılan pilotlara, anlaşılan gün yüzü yeniden doğdu.
“Şimdi onlar asker” denmek üzere, yeniden ordu saflarına davet ediliyorlar…
Bu kaotik günlerin vesilesiyle öğrendik; koltuk başına pilot oranı, dünya istatistikleri bakımında 1/1,5 iken, bizde darbe sonrası bu oran 1/0,8 e düşmüş bulunuyor. Nedeni basit, “fetoculukla” ilişkilendirilen pilotların Hava Kuvvetlerinden ihracı…
Şimdi ve acilen, 248 pilotun ikame edilmesine ihtiyaç var. Geçmişte gönderilmiş olanlar veya ayrılanlar, şimdi bu nedenle yeniden göreve davet ediliyor.
Bu arada TSK’nın yeniden yapılandırılması bağlamında, alınan tedbirleri de bir bir öğreniyoruz.
15 Temmuz darbesi, TSK başında, adeta Yeniçeri Ocağının kapatılması etkisi yarattı… Darbe girişimi, iktidar açısından yeni rejim tesisi bağlamında da bulunmaz başka bir fırsat yarattı…
Şimdi yeni Türkiye’nin, yeni ordusu kuruluyor. Ve TV spikeri ekran başında mealen Hava Kuvvetleri teşkilatına ilişkin şu ayrıntı haberi geçiyor: “Hava kuvvetlerinde pilot açığının giderilmesi için, gerekirse ve koşullarının uygunluğu anlaşıldıktan sonra, yabacı pilot istihdam edilecek”.
Anlaşılan Lejyoner pilotlardan mülhem yeni birlikler tesis edilecek ve Türkiye’nin hava savunması taşeron profesyonellere teslim edilecek… Ne demeli; bunu duyan ahali her halde, “aklım sana emanet” diyecek…
Derdim böylesi konularda ahkâm kesmek değil. Nihayetinde bu işin uzmanları bunları tartışacaklar ve iktidarı, işin doğrusu konusunda ikna etmeye bakacaklar. Ne ki, bu fasılda başarılı olup olmayacakları bilinememekle birlikte, söz yok, TV oturumları takipçileri arasından, ordu nasıl kurulur konusunda ciddi yeni bir uzman kitlesi de tesis edilecek.
***
Pilot işine neden takıldım (?); şundandır:
Suriye semalarından, semalarımızı taciz eden Rus Uçağını düşüren ve pilotunun da öldürülmesine neden olan Hava Kuvvetleri pilotunun “fetocu” olduğunu, emri veren komutanın da aynı ekipte bulunduğunu 15 Temmuz sonrası öğrendik… Yani böyle söyleniyor…
Gerçi Cumhurun Reisi, o dem, hayli güçlü çıkış yapmış ve aynı taciz bir daha gerçekleşecek olursa, aynı yanıtın verileceğini demecinde açık etmişti. Ne ki, sonra koşullar değişti ve hele ki 15 Temmuz sonrası, iş özür faslına kadar alan genişletti…
Geçtiğimiz günlere Putin’le buluşması ve ilişkilerin yeniden tesisi yolunda çok önemli adımlar atıldı…
Hayret edeni de, olana bitene mana veremeyeni de çok oldu…
Dış basında da yer alan bazı makale ve haberlere bakılırsa, ikiliye “despot” benzetmesi yapılarak, iki yalnız adamın yan yana geldiğinden dem vuruldu falan…
Oysa siyasettin nesnelleşmesinde asıl ve tayin edici ilke, bizim yüklediğimiz anlamlardan arınmış olarak, olguya ilişkin ekonomi-politiktir. Yani siyasi olarak, Rusya ve Türkiye’nin önce karşı karşıya gelmesi ve sonra yeniden bir araya gelmek için dümen çevirmesinin iktisat açısında bir nedeni bulunmaktadır ve bunun okunması doğru yapılmalıdır…
Kısacası üretim ilişkileri siyasetin asıl belirleyicisidir…
***
Emperyalizm, 1990’lardan beri Orta Doğudan, Kuzey Afrika’ya, hatta Avrupa’nın göbeğinde yeni “Balkanlaştırma” işlemleri sırasında, neoliberalizmin gerektirdiği, her türlü düzen ayarını yapıyor…
İşlemin reklam spotlarına bakarsanız, demokrasi, insan hakları ve yeni bir uygarlık tesisi bahanesi ileri sürülerek, esasen kapitalizmin asıl ihtiyacı olan enerji kaynakları toptan kontrol ve mülkiyet altına alınmaya çalışılıyor…
Oysa meselenin muhasebesine ve enerji piyasalarında fiyat belirlenim işlemlerine bakılırsa, bu işin de, banka-finans oligarşisinin çıkarlarına göre tesis edilişine tanık oluyoruz…
İşin bu bam teli noktasında, kıblemizi, yıkılan Sovyetlere ve oradan Rusya’ya çevirdiğimizde, reel sosyalizmin tasfiyesi ve yerine serbest piyasa düzeninin ikamesi sırasında, Rusya’nın elindeki en önemli ihracat kaynağının, başta petrol olmak üzere enerji olduğunu görüyoruz.
Üretim faktörü olarak enerji kaynaklarının işletilmesi ve eldelenen ürünün satılması, Rusya ekonomisinin ana çark dişlisini oluşturduğuna bakılırsa ve petrol üretiminde, dünyada ikini sırayı tutan kapasitesiyle, bu satışlardan büyük gelir sağlayacağı da öngörülebilir…
İktisadi verilere bakılırsa, Rusya bütçesinin yarıdan fazlası ve ihracatının üçte ikisi enerjiden sağlanmaktadır. Yani Rusya’nın yaşayabilmesi ve ayakta durması bağlamında, petrol ve doğal gaz jeopolitik ve jeostratejik birincil ürünlerdir.
Buraya kadar anlaşılır olduğunu var sayalım ve bir de hatırlatma yapalım…
Kapitalizmin ana ilkesi bir “serbest rekabet piyasası” vaz eder…
İktisatçılar da, bu piyasayı tarif ederken, hayli gri bir fon çizer.
Tarife arif olmaz cinsinden, “rekabetçi fiyatlar altında göreceli üstünlük kuramına göre serbest ticarete dayalı bir sistem” retoriğini de, bu yalanı kıvıranın dışında kimse anlamaz.
Düne kadar varil başına yüz yirmi dolardan işlem gören petrol, bu gün, hangi arz-talep ilişkisine bağlı olduğu bilinmeyen nedenlerle, kırklı dolarlar civarına kadar gerilemiştir.
İşin arz-taleple ilişkisi bulunmamaktadır. Yani petrolde fiyat “kâğıt petrol” üzerinden çevrilmektedir. Bu banka-finans sermayesi ve spekülatörlerin elinde olan bir iştir.
Rusya, en büyük petrol üreticilerinden birisi olmakla beraber, petrol borsasında fiyata müdahil olabilecek bir iktisadi aktör konumda değildir. İnen, çıkan petrol fiyatlarının belirlenimini, uzaktan seyrederken, elli beş doların altına inen her fiyat dalgalanmasından önemle etkilenmekte ve coğrafyasında kendi varlığına karşı en büyük tehditle baş başa olduğunu hissetmektedir.
Oysa dünya gücü olmaya yeniden soyunan Rusya’nın üzerindeki bu baskı ve petrol fiyat hegemonyasını kabul etmesi kuşku yok ki mümkün de değildir.
Rusya kendine gösterilen bayrağı kırma bağlamında, Orta Doğuda karşı bayrak göstermek ve ekonomisi üzerindeki basıncı düşürmek için “Boğazlar” ı da kullanarak Akdeniz’de olmak mecburiyetindedir.
Kısaca Suriye’de olmasının ve Lazkiye’de, bölgenin en önemli donanma üslerinden birisini kullanma izni veren Esat’la birlikte davranmasının bu ülke açısından hayret edilecek bir tarafı da bulunmamaktadır.
Biraz daha açalım…
Akkuyu nükleer santrali, Türkiye ve Rusya arası bir enerji projesidir. Anahtar teslim 12 milyar dolarlık bir yatırım kapasitesiyle, iki ülke açısından önem arz etmektedir.
Ayrıca Türk Akımı doğal gaz boru hattı Türkiye bakımından önemli ve Rusya bakımından hayati öneme sahiptir. Rus doğal gazının, Avrupa’ya indirilmesi ayağında, 2015 Haziranında, Rusya, Yunanistan’la boru hattı uzatma antlaşması dahi yapmışken ve Türkiye’nin de ana geçiş ülkesi olma babında, doğal gazın metreküpünden, önemli gelir kaynağı elde edeceği hesaplanırken, Suriye sınırında düşürülen uçak, geleceğe ilişkin denklemlerde kısa bir dönem için ciddi arıza yaratmıştır.
Geçen yüzyıl başlarında, savaş nedeni olabilecek bu kriz, varta olarak hafif atlatılmıştır. Biraz bu nedene bakalım…
Rusya için bunun hesabını hemen sormak zor olmasa gerektir. Oysa olamamış ve başlangıçta çok sert sözlü tepkiler ile zerzevat ithali ve Rus turistin Akdeniz seyahatine koyduğu yasaklamalar ile iş zamana yaydırılmıştır. Neden mi (?); Rusya bakımından açmazlardan ilki, Boğazlardan günlük, dolayısıyla haftalık ve bu anlamda sürekli geçiş yapması en az petrol ya da enerji fiyatları kadar önemlidir. Suriye’deki pozisyonunu koruyabilmenin ilk basamağı Akdeniz’e inebilmektir. Montrö antlaşması savaş hali durumunda Türkiye’ye Boğazları kapama imkânı vermektedir. Askeri bir harekât bağlamında, bu husus NATO’dan önce Rusya için çok daha caydırıcı bir faktördür. Diğer yandan Türkiye’nin yanıtı Akkuyu ve Türk akımı projelerini durdurmak olmuş ve ilk görüntülere bakılırsa nerdeyse, iki hasım pire için yorgan yakma raddesine gelmiştir.
Oysa ekonomi-politik siyaseti kısa zamanda baştan kurmuştur. NATO’dan beklediği desteği yeterli düzeyde göremeyen Türkiye, iktisadi anlamda kendini zora koşacak petrol ve enerji işinde daha da sıkışacağını hemen anlamıştır…
Rusya’nın Ukrayna’dan sonra, doğal gaz ve petrol boru hatları işinde, en son hayal edeceği diğer kâbus Türkiye pazarını kaybetme riski olmuştur. Yanı sıra, kendi coğrafyası içinde, kendisinin fiyat belirleyicisi olamadığı bir serbest rekabet düzeninde, kendi içine sıkışmak, ekonomik olarak kaotik bir düzleme girme tehlikesi de yaratmıştır…
Kısacası atın ölümü arpadan olamamış ve darbe öncesi, Türkiye’nin bu meseleyle ilgili her türlü siyasi tonunu yavaş yavaş aşağıya çektiği görülmüştür. Buna Rusya tarafından verilen karşılık da, 15 Temmuz sırasında gerçekleşmiştir.
Darbenin deşifre edilmesinde, Rusya’nın istihbarat desteği verdiği açıktır. AKP iktidarına, hadisenin en sıcak saatlerinde bile, siyasi destek verilmesi işin cabasıdır. Putin’in, ilk geçmiş olsun telefonunu yapması da ayrıca RTE açısından çok anlamlı karşılanmıştır.
Peşrev çekecek pehlivan hali kalmayan AKP rejimi, darbenin ertesinde, iç işlerinde olduğu hızla, dış ilişkilerinde de OHAL ilan etmiş ve tam gaz yeni bir düzen arayışının içine girmiştir.
La Fontaine hikâyelerindeki gibi kıssadan hisse çıkaracak olursak, Rusya ilişkileri ve darbe sonrası siyasetin gövdesi iktisadın ve üretim ilişkilerinin belirleniminde gerçekleşmiştir.
Türkiye’nin eskisi gibi, NATO’nun güvenilir bir üyesi olmadığına ilişkin batı basını ara gazı vermeye hemen geçmiştir. Oysa bu algı yaratma operasyonunun bile bir ekonomi-politiği bulunmakta ve yakın vadede memleketin yakasını emperyalizmin bırakmayacağını da söylemek mecburiyeti bulunmaktadır.
Bunun nedenleri ayrı bir yazı konusudur.
Gündemde sıcaklıkla duran durum ise, emperyalist hegemonyanın memleketin ve halkın başına her türlü melaneti açtığı gerçekliğinin son darbe girişimi ile bir defa daha anlaşılması olmuştur.
Diyeceğim bir ezber değildir. Hayatın dayattığı yeni gerçekliktir…
Bu tahakkümden kurtuluşun yolu, Haziran Direnişinin çizdiği cumhuriyetçi, laik, eşitlikçi, aydınlanmacı ve kamucu bir halk iradesinden ve bunun örgütlenmesinden geçmektedir.