Tarihsel bağlamıyla, 1939’un 1 Eylül’ünde, Nazi Almanya’sı Polonya’yı işgal ederek, ikinci paylaşım savaşını da başlatmış oldu. Emperyalizmin ve faşizmin kabına sığamadığı bu gün, 1981'e kadar “Dünya Barış Günü” olarak anıldı. Birleşmiş Milletler Örgütü, adını ilk kez SSCB’nin koyduğu bu anı-mücadele gününün 1 Eylül'de kutlanmasından nedense mutlu olmamış ki, ilki 1981'de ve ikincisi 2001'de olmak üzere iki kez tarih düzeltmesi yaptı. Şimdilerde BM tarafından resmileştirilen tarih 21 Eylül’dür.
Bu tarihin karşılığı bir tanedir. O da, savaş kararlarını alan devlet yönetimlerinin, mesaj yayınladıkları ya da meçhul asker anıtları önünde mum yaktıkları protokoller bir tören takvimdir. Yoksa savaşa karşı duruşun ve barış isteğinin sesini daha da yükseltmenin hatırlanacağı en uygun tarih, kuşku yok ki emperyalist savaşın başlama günüyle daha iyi örtüşmektedir.
***
Bu dünyanın düz insanlarının, halklarının kahir ekseriyeti kuşkusuz barıştan yana olsa gerektir…
Milliyetçilik damarları kabartılmış olanlardan, savaş çığırtkanlığına soyunmuş pek çok örnek vardır. Oysaki savaşın kuralı, ayranı kabarmış veya kabartılmış olanlar dâhil, savaşa ve ölüme gönderilenlerin hep sokaktaki düz insanlar olduğunu, halklar olduğunu göstermiştir. Tarihte bunun dışında başka bir örnek yoktur.
Barışın ne denli hasretlik olduğunu, bu memleket ahalisi acı çeke çeke iyi öğrenmiştir. Görünen köy kılavuz istemez ve bu duruma bakılırsa, ne yazık ki gerçeklik, ‘daha da öğreneceklerimizden başka’ adresine yazılı durmaktadır. Barışa hasretliğin ve bunu dillendirmenin kefaretini acıyla ve adına terör denilen savaşlarla ödemek sanki bir kaderdir. Yani daha da çekeceğimizden başka…
Savaş, ardında ölüm, kan, nefret, intikam isteği, yıkılmış, savrulmuş hayatlar bırakır…
Savaş, ardında savaş baronlarına daha çok kazanç, daha çok sömürü olanağı yaratır…
Savaş kimsesizliktir…
Savaş yoksunluk ve yoksulluktur…
Savaş, kuşaklara mal olan ağır bir incinme; nefretini ve intikam hissini belleklere kazıyan toplumsal genetik bir bozukluktur…
Savaş önce kadını ve çocuğu vurur…
Savaşı önce yaşlıları alır…
Savaş önce coğrafyaların gençliğini tüketir…
Yani savaş bir tükenmişlik sendromudur…
Savaşın paradoksu, “haklı ve haksız” gizinde saklıdır…
Yaşadığı toprağı işgalciye karşı savunan ve geleceğini sahiplenmeye çalışan için, savaş haklı ve kutsaldır…
O nedenle bu coğrafyada ahali için 30 Ağustos’un anlamı başkadır…
Yoksa başkasının toprağına dalan için savaş sadece bir talandır…
***
Denizciler rüzgârları ve yönlerini iyi bilir. Nasıl bilmesinler ki, denizin dalgasında dümen tutma, rota bulma için yıldızı, poyrazı, gündoğusu ve keşişlemeyi, kıbleyi, lodosu, günbatısı ve karayeli bilmeyenden denizci mi olur! Teknenin ardından esen rüzgâr, yelkeni şişirir. Oysa maharet, burundan vuran rüzgâra karşı yelkeni pupada tutmaktır…
Rüzgârları neden andım?
Barış bahse konu edildiğinde, var olan iklimin adı barış rüzgârlarının esintisidir.
Barış rüzgârları iyidir, serinliği koyudur; ciğerlere doldurduğu soluk, hayat doludur. Oysa bir de kesile yazdığında…
***
Savaşın ve barışın düşman kardeş olduğu her çağda görülmüştür…
Takvim hesabı yapmayacağım…
Son yirmi beş yıldan geri ve hatta bu sene barıştan yoksun kaldığımız günleri falan saymayacağım…
Sembol olsun sadece 15 Temmuz hesabına yüzeyden bakacağım…
***
Ülkenin geldiği dağılma noktası, 15 Temmuzda tepe yapmış bulunuyor.
Daha ötesi yoktu…
Olan bitenin değerlendirmesini içeren TV oturumları, anlatanların ve dinleyenlerin hayretlerinin kabardığı, kabartıldığı bir eksende halen devam ediyor; bir müddet daha devam edeceğe de benziyor…
Olayın daha çıplak gözle değerlendirilebilir hale gelmesi için “vakit erkendir” rezervi ağır basmakla beraber, yine de bir iki vurgu yapılabilir.
1. FETO’cu darbe, söz yok ki dinci bir kalkışmaydı.
2. Düne kadar, devlet aygıtının en küçük hücrelerine nüfuz etmiş, dahası hücrelerin kendisi olmuş iktidar bloğunun bir cenahı, diğer tarafa “ya herro ya merro” demiştir…
3. Ortaklıktaki en önemli payda, her iki tarafın alınlarının seccadeden kalkmıyor retoriğine dayanmasıydı…
4. Şimdi testiyi suyolunda kıran FETO tarafı, şapa oturmuş vaziyettedir. Bu cenahın kitlesinin hacmi, yüzey alanı tam kestirilememekle birlikte, FETO’culuk OHAL ile kazınmaya çalışılıyor…
5. Yönetim erkinin vartayı atlatma girişimi, dünya siyaset tarihinde, “aldatıldık” sorumsuzluk beyanı ve “Allah-millet affına” sığınması ile hatırlanacaktır…
6. 15 Temmuz ertesinde, iktidarın ilk girişimlerinden bir diğeri de, parçalı bütünün öteki unsurları olan tarikat, cemaat ve benzeri diğer odaklara, meselenin onlarla ilgili olmadığı güvencesini vermesidir.
7. Yani iktidar bloğunun diğer siyasi İslami kanatları bakımından, buradan şu sonuç çıkar: Geride kalanlar olarak, artık FETO’dan boşalan yere konuşlanabiliriz ve el hak daha büyük bir hareket alanına sahibiz… Nitekim OHAL şimdi bu teşkilatlara yeni bir asfalt-beton duble yol olmuştur. Her iki doğrultuda gidip-gelmek şimdi onlara serbest…
8. İktidardan itiraflar devam ediyor: Hükümet sözcüsü Kurtulmuş, dağılmanın zirve yaptığı başarısızlıklarının nedenleri arasında, bir diğerinin de, Suriye politikaları olduğunu söylüyor… Şimdi Suriye bilinmezinde birbiriyle külah değiştiren değiştirene manzarası seyrediliyor…
9. Felaketin ilk anları, acının hissedilmediği, sonrasında da acı üstüne acının yaşanılmasının duyarsızlaşma ve duygu katılığına tebdil ettiği bir manzarada yaşar gibiyiz…
10. Af değil, tedbirli gözetimle hapishanelerden salıverilen hükümlülerin yerine, binlerle FETO şakirtti ya da adayları doldurulmaktadır. Kamudan atılan, görevden el çektirilen, unvan ve bunlarla ilgili özlük hakları elinden alınan binler bulunmaktadır. Yargının içinde FETO hukukçusu avı bütün hızıyla devam etmektedir. Polis ve ordu içindeki FETO’cu tasfiyelerinin ulaştığı son ise, bu mekanizmaların yönetsel ve operasyonel olarak çalıştırılabilmesini adeta felce uğratmış ve neredeyse dışarıdan profesyonel ithalatını bile gündeme almıştır. Henüz işin başında olduğu da söyleniyor. Bir yetkili, şimdiye değin devlete sızmış olanların sadece yüzde yirmisine ulaşılabildiğinden bahsediyor. Bu hız kesilmezse alınacak adam sayısının nispeti tasavvurun ötesinde görünüyor. Anlaşılan odur ki, FETO devlete sızmamış, devlet FETO teşkilatının içine monte edilmiş…
11. Kürt sorunu yurtiçi ve Suriye merkezli olarak tüm ağırlığı ve acısıyla gündemi işgal etmektedir.
12. Bu merkezden olmak üzere, Suriye’de başlatılan harekât bir ayağı ile IŞİD’e karşı, diğer yandan da ABD ve PYD’deye bayrak gösterme izlerini taşımaktadır. Ne ki askeri siyaset doktrinine bakılırsa “savaşa girmek” ne denli kolaysa, “savaştan çıkmak” bir o denli zordur… Bu hesaba göre durum, umalım ki, “Allah encamımızı hayır eylesin” raddesinde değildir.
13. NATO ve ABD’nin İncirlik’teki B-61 leri ve bunların akıbeti, müttefik olunan devletlerle krizli bir dönemin yaşandığına ince örneklerdir…
14. Rusya, İran, İsrail manevraları ve ABD Başkan yardımcısının koşarak Türkiye’ye gelip ince mesajlar dağıtması, Suriye’ye TSK girerken adeta bir koalisyon havası ve sonrasında işin yönünün PYD’ye dönme eğilimi göstermesi ve bu kez de, ABD’nin bölgedeki müttefikine arka çıkışı, var olan kaosun derinliğine işarettir…
15. Memleketin bu hal-i pür meali içinde, bir de dokuz aylık bebeye tecavüzün şaşkınlığı ve Elazığ’dan Van’a kitle kıyımlarının tetiklendiğine bakılırsa, yakın vadede acıların daha da artacağına hayli delil ortalıkta dolaşmaktadır…
Sadede gelirsek…
İki laftan birincisi şudur: Dinci kalkışmanın, kendi içinden gelen diğer kanada yapıldığına bakılırsa, siyasi İslam’ın bir politik gericilik merkezi olarak Türkiye’nin laik aydınlığına ve barışına düşman olduğu bir defa daha ortaya çıkmıştır.
İkincisi ise şudur: Barış işi nutuk atmaya ve tavsamaya gelmez. Dik ve kararlı olmak gerekir. Darbe ve dikta karşısında olmak; laiklik ve cumhuriyeti savunmak ve böylece özgürlük ve barışı hak etmek gerekir…
1 Eylül Dünya Barış Gününüz kutlu olsun…