Her şey elimizden sökülüp alınıyor. Her şey gözümüzün önünde oluyor ve sancılarımızı, öfkelerimizi “Gidecekler” bahanesine teslim edip, bekliyoruz. Belirsizlik siyasetinin kuşkusu sarıyor etrafı. “Ne olacaksa bir an önce olsun” diyen iç sesimiz huzursuz. “Bakarız sonrasına” diyerek kendini tekrar eden avutmalarımız boğucu. Siyasetin labirentinde bir çıkış arıyoruz lakin rahat bırakmıyor içimizi şüphe.
Homurtularımızın bir bilinmezliğe sürüklenerek yitip gitmesi, en küçük itirazımızın üzerine çökülmesi, yarım kalan sözlerimiz, yutkunduğumuz küfürler ve derken peşimize düşen resmi takipler…
Çaresizliğin yarattığı o kurtarıcı arayışı, hayali kahramanlar yaratmaktan çıkıp, elde, önde ne varsa ona sarılıyor. “Ulan”lı, “Lan”lı seslenişler, gönüllere “su serpiyor” böylece.
“Kimsiniz ulan siz” diyen sesin karşılık bulmasında aldatılan hakikat ise yüzümüze tükürüyor.
Suç büyük, suç ortaklığı büyük,
Kir büyük, kirlenmişlik büyük,
Ve zulmün sarmalında sıkışıp kalmış milyonların çaresizliği, suçtan, kirden, yalanlardan daha büyük ama kir, suç ve yalan çaresizliğin üzerinden yükselip, daha beterini hazırlıyor bize.
Daha beteri, kimsenin itiraz etmediği, edemeyeceği zoru “olur” kılmak. İşte tam da buna hazırlanıyorlar.
Bu tehlikeyi gören ve “hayat boşluk tanımaz” diyerek sokağa çıkan, sokaktan seslenen, zoru sokakta, mecliste, meydanlarda bozmayı, bir arada durmayı, birlikte itirazı ve karşı koyuşu örgütlenmeyi hedefleyen sol akla daha fazla sarılmak, olmazsa olmaz olarak karşımızda duruyor.
Bu yüzden, Ahmet Şık’ın sokaktan yaptığı çağrı, iktidar tarafından bir tehdit olarak görüldü, görülüyor. Seslenişi, kurtarıcı bekleyen milyonlara, gerçek kurtarıcının ve öznenin kendileri olduğunu hatırlatıyor.
Kendimizi hatırlamalıyız çünkü. Kendi gücümüzün her şeyden daha büyük bir dönüştürücü olduğunu hatırlamalıyız yeniden.
Yeniden ve yeniden hayatın, itirazın parçası olmalıyız.
İktidarın, trollerin ve minik ortağının şoven, milliyetçi ve vasat siyasetine mecbur olmadığımızı ve kendi koydukları kurallar içinde siyaseti örgütleyemeyeceğimizi bilmek yetmiyor biliyoruz ve bu yüzden hayatın her alanında sesi, sözü, itirazı iktidarı kamçılayacak şekilde örgütlemeye, küçük, büyük demeden bir arada durmaya ve yarının siyasetinde özne olacak şekilde oyun kurmaya ihtiyacımız var.
İktidar güçsüz ama elindeki devlet gücünü zor ile birleştirip, kendisinden başka bir çıkış olmadığını dayatıyor hepimize.
“Gidecekler” sözünün bir karşılığı yok. Tek karşılığı, yaratılan korku iklimi içinde sığınacağımız bir bahane sunuyor olması. Sokağa çıkan her sese “Ne gerek var” dedirten bir bahane bu.
Suskunluğumuza, korkularımıza hükmeden ve sunduğu bahanelere hapseden bir “muhalefet”, yarın iktidar sandık dahil her şeyi kontrol etmeye yöneldiğinde, provokasyonlarla kendi istediği sonucu dayattığında, verebileceği tek cevap “oyuna gelmeyin” olacak. Başka türlüsü olmadı, hiç olmayacak.
Bize, en yakınlarımıza “mezar” işaret edenlerin dayandığı zoru bugün geri püskürtemezsek, yarın karşımıza çıkıp, geleceğimize el koyduklarında sadece baka kalacağız. Sığındığımız her bahanenin, kendi celladımızı yaratmak olacağını hep aklımızda tutmalıyız.
Siyaset evet güçle yapılıyor ama en önemlisi meşru olanın gücüdür. Meşru olanın gücü, elinde zorbalığı tutanların, sahip olmadıkları tek şeydir. En büyük zayıflıkları bu. Bizi var kılan meşruluğu, ne suç örgütleri liderlerine, ne iktidarın zorbalığına bırakamayız.
Demokrasi, hak ve özgürlükler mücadelesi meşruluğa dayandığından, güç sahipleri için bir baş belasıdır ve evet hepsinin gözü bu meşruluğu ele geçirip, kendisi için “kullanışlı” hale getirmektir.
Başlarına bela olmaya devam ederken, aramızdan almaya çalıştıklarını korumak, dayanışmayı ve siyaseti hayata yaymak ve umudu inatla örgütleyerek yolu gelecek kuşaklar için açmak zorundayız.
Yapabilir miyiz? Evet.
Ahmet Şık’ın dediğini çoğul kılarsak "Bizim bayrağın arkasına gizleyecek bir suçumuz, dinin arkasına gizleyecek bir günahımız yok" çünkü.
Daha özetle, “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi.