Anlaşıldığı kadarıyla herkes aynı görüştedir ve sıkça dillendirilmektedir: “Dış politika denilen şey artık Türkiye’nin iç meselesi olmuştur.”
Vurguyu biraz daha güçlendirelim: AKP iktidarında Türkiye, kendi rejimini, iç dengelerini ve geleceğini, cumhuriyet tarihinin önceki hiçbir döneminde olmadığı kadar bölgedeki gelişmelerin etkisine doğrudan açmıştır…
İsteyen, bu vurgunun altını Kürt meselesi, AKP iktidarının ABD ve Avrupa ile ilişkileri, bugün yekpare gibi görünen egemen blokun kendi iç dengeleri ve benzeri başka başlıklarla doldurabilir ve detaylandırabilir.
Bir tarafta durum böyleyken, sol-sosyalist siyaset de temel çizgisini belirleme, kendi siyasetini toplumun geniş kesimlerine benimsetme gibi bir gündeme sahiptir. O zaman şunu mu demek gerekiyor: Sol siyaset, az önce kısaca anlatılan durumdan hareket etmeli, kendi siyasal çizgisini buna göre belirlemeli, toplumsallaşma çabalarını da gene aynı temaya oturtmalıdır…
Düz mantık belki böyle diyecektir.
Ne var ki, insanların gündelik yaşamlarında hemen bire bir karşılık bulması mümkün olmayan gelişmelerden söz ediyoruz. Bu anlamda her şeye rağmen “dışsal” denebilecek süreçlerin, ülke içinde geniş kesimlerin hassasiyetlerine doğrudan değen, bu kesimleri siyasallaştırıp harekete geçiren güdüler olarak başat duruma gelmesi pek mümkün görünmemektedir. Bu söylenen, egemen blok için de geçerlidir, ona muhalefet eden güçler için de…
İsterseniz daha basitleştirerek söyleyelim: Ülkedeki sol-sosyalist siyaset, kendi hattını ve toplumsallaşma çabalarını “Ey ahali, bakın Türkiye kendi bölgesinde nerelere sürüklendi, bizi daha neler bekliyor bir bilseniz…” şeklinde özetlenebilecek bir temele oturtamaz. Oturtmaya çalışırsa, ileride bir ihtimal ortaya çıkabilecek çok özel durumlar dışında, karşılık bulamaz.
O halde sol-sosyalist siyasetin bir bakıma özel bir güçlükle karşı karşıya olduğu söylenebilir: Yakından izlenmesi, değerlendirilmesi ve ihtimallerinin hesaplanması her zamankinden daha can alıcı önem taşıyan bir başlığın, siyasal hat oluşturmada ve toplumsallaşmada o kadar da başat ve belirleyici olmaması…
Böyle bir yarılmanın, bir anormallik ya da garabet sayılmaması gerekir. Olabilir ve üstelik genellikle böyle olur. Ayrıca, çok can alıcı bir gerçekliği içeriye, topluma yansıtmak çok güç görünüyorsa, bu kez içeriden, verili toplumsallıktan hareket ederek o gerçekliğe uzanmak gibi bir yol da vardır.
İşte burada seçici olmak gerekmektedir.
“Seçicilik” derken başka gündemlerin listeden tamamen düşürülmesi değil, sözü edilen can alıcı gündeme en fazla değecek “iç” gündemlerin ön plana çıkarılması kastedilmektedir.
Sınıf, sınıfsallık, eşitlik ve özgürlük…
Bunlar mı?
Evet, bunlar temeldir. Her yerde, her zaman böyledir ve Türkiye bugün bölgedeki konumu dolayısıyla çok özel bir dönemden geçiyor olsa da olmasa da bunlar sol-sosyalist siyasetin demirbaşlarıdır.
Ancak asıl önemli olan, “en yukarıya” yani özel konjonktür gündemine de değecek şekilde bunların üzerine nelerin konulması gerektiğini belirlemektir.
Hiç tereddüt etmeden iki başlık söyleyebiliriz: Yurtseverlik ve laiklik…
Evet, yurtseverlik ve laiklik, en temeldeki demirbaş olan sınıf mücadelesini, en yukarıda duran “Türkiye’yi ne gibi gaileler bekliyor?” sorusuna bağlayacak ara halkalardır.
Yurtseverlik, bu toplumun mayasında olan ve işlendiğinde insanları emperyalizmin karşısına dikecek, daha özel olarak da Türkiye’nin sonu belirsiz maceralara sürüklenmesine dur diyecek bir duyarlılık, bir motiftir.
Laiklik, bu toplumda önemli ölçüde tutmuştur ve ülkeyi daha nerelere taşıyacağı meçhul dinci gericiliğin karşısına çıkarılabilecek en etkili silahlardandır.
İkisini de hakkını vererek kullanmak gerekiyor.
Kadın, çevre, yurttaşlık, haklar, barış…
Başkaları da sayılabilir; ancak, bunların arasında yurtseverlik ve laiklik vurgularıyla bağdaşmayacak herhangi biri gösterilebilir mi?