Ağırlıklı olarak batı dünyasına özgü bir adettir: İnsanlar, yeni bir yıla girilmeden hemen önce oturup kendilerine ilişkin “yeni yıl kararları” alırlar… Sigarayı bırakacağım, düzenli spor yapacağım, iş ilişkilerimi düzelteceğim gibi…
İsteyen, kendi yaşamına belirli bir yön vermek için böyle “yeni yıl kararları” alabilir.
Biz, bu yazıyı okuyacak ilericilere, solculara ve sosyalistlere yeni yıl arifesinde başka bir öneride bulunacağız. Başkadır, ama aslında bu öneri de bir “karar” öngörmektedir. Verilecek karar, şu ikisinden biri arasındadır:
En başa koyarak yanıtını arayacağımız soru “bu ülkede eşitsizlikler, adaletsizlikler, haksızlıklar, baskılar, sömürü ve bin bir tür olumsuzluk nasıl bitirilir” mi olmalıdır yoksa “bu ülke nasıl daha iyi yönetilir” mi?
Belirli bir yanıtı duyar gibiyiz: “Neden bu ikisini karşı karşıya koyuyorsunuz ki? Bu ülke bugünküne göre daha iyi yönetildiğinde ilk dediğinize doğru bir yol da alınmış olmaz mı?”
Yanıtımız kestirme olacaktır: Bir ülkenin daha iyi yönetilmesinin çok daha ileri bir evreye geçişi kolaylaştırıp kolaylaştırmayacağı tartışılabilecek bir konudur. Ama bu tartışmaya hiç gerek yoktur; çünkü bu ülkenin daha iyi yönetilmesi mümkün değildir!
Herhalde anlaşılmıştır: “Daha iyi yönetilen bir ülke” derken, belirli bir sınıfın egemenliğine, onun temeldeki düzenine ve mevcut güç/iktidar ilişkilerine fazla dokunmadan gerçekleştirilecek düzenlemeleri kastediyoruz.
Ve diyoruz ki düzen sınırları içinde ne yapılırsa yapılsın bu ülkeyi eskisine göre “daha iyi yönetilen” bir ülke konumuna getirmek mümkün değildir…
***
“Kategorik” sayılabilecek bu yanıt dört gerekçeye dayanmaktadır.
Birincisi: Konu, dünya konjonktürüyle yakından ilişkilidir. Bugün dünya kapitalist-emperyalist sistemi, birtakım özel sorunlara çözüm istemenin ötesinde Türkiye gibi ülkeleri “daha iyiye” zorlayacak, yani “şunu çöz” talebi dışında “şöyle bir ülke ol” diyebilecek durumda değildir. Kendisi himmete muhtaç olup başkalarına himmeti pek mümkün görünmemektedir.
İkincisi: AKP rejimi bu ülkeyi tam kendine benzetememiştir; ama kendi toplumunu kurmuştur. Şunu kastediyoruz: AKP rejimi, sermaye sınıfıyla, küçük burjuvazisiyle ve emekçi kesimlerle, hepsini belirli bir siyasal, ideolojik ve kültürel bütünlükte kaynaştıran bir blok oluşturmuştur.
Bu blok, belirli bir yere, “daha iyiye” taşınamaz; ancak kendi içinden kırılması için zorlanabilir…
Üçüncüsü: Bir düzenin kendi sınırları içinde “daha iyi” bir yere taşınması, sermaye sınıfının da bu sürece ağırlığını koymasını gerektirir. Türkiye’de ise sermaye sınıfı “keşke” diyebilir, “daha iyisi” için uzaktan iç geçirebilir; ama ağırlık koyma gibi bir niyeti de gücü de (AKP karşısında) yoktur. AKP rejimini pek çok açıdan “işlevli” bulmaktadır ve AKP’siz kaybedebileceklerine baktığında AKP’siz kazanabileceklerini çok hafif bulmaktadır.
Dördüncüsü: Sosyalist sistemin çöküşünden sonra bölgeye ilişkin hesaplar, dış politikanın ötesinde Türkiye’nin yerleşik kimi parametrelerini de değiştirmiştir. Osmanlı’nın son dönemine damgasını vurup sonra “yurtta sulh cihanda sulh” parolasıyla, ardından iki kutuplu dünyaya özgü dengelerle yatıştırılan “sosyal darwinizm” şişeden çıkmıştır ve yeniden oraya sokulması mümkün değildir.
Bu dördüncü maddede yalnızca dış politikadan söz etmiyoruz. “Ben bölgemde güç olacağım” ihtirası ve iddiası, bugünkü dünya sistemi veri alındığında içerde “demokratikleşmeyi”, “diyalogu”, “sivil toplum ağırlığını” vb. değil tersine milliyetçiliği, dincileşmeyi ve otoriterleşmeyi gerektirmektedir.
***
Yeni bir yılın arifesindeyiz…
Ve yeni yıl kararları almak durumundayız:
2016 yılını, “gündemden kopmama” adına yeni anayasanın şurası şöyle burası böyle olsun tartışmalarıyla, “başkanlık sisteminin” hangi koşul ve durumlarda kabul edilebileceğine ilişkin inceliklerle mi geçireceğiz?
Yoksa açık açık “bizim derdimiz başka” mı diyeceğiz?
Bunun kararını vermek durumundayız…