Erdoğan’ın anayasal başkan olma sürecinin, solda yol açtığı yaklaşımlardan biri özetle şöyleydi: Erdoğan’ı durdurmayı ve düşürmeyi bir siyasal hedef olarak öne çıkarmak doğru değildir. Çünkü, birincisi, Erdoğan fiilen ve “zaten” tek adamdır. Fiili durumun hukukileştirilmesi önemli bir fark oluşturmayacaktır; ikincisi, Erdoğan karşıtlığını sivriltmek, düzen karşıtlığını unutturmak, Erdoğan’dan sonraki düzen-içi restorasyon almaşıklarını desteklemek anlamına gelecektir.
16 Nisan 2016 referandumu ve 24 Haziran seçimleri bu yaklaşımı tartışma konusu olmaktan çıkarmıştır.
Erdoğan, 4-5 yıllık bir dönemin sonunda, sermaye sınıfının ve Osmanlı-Türk devlet geleneğinin bugünkü sürümü olan Türk-İslam gericiliğinin istemlerini kişiliğinde birleştiren bir siyasal özne olarak devleti tümüyle ele geçirmiştir. Tek adam vurgusu, yeni rejimin sınıfsal ve siyasal içeriği ile ilgili herhangi bir bulanıklığa, kafa karışıklığına yol açmamalıdır. Sermaye sınıfı, kadim devlet, milliyetçi-dinci gericilik ve Erdoğan birbirine kopmaz bağlarla bağlı tek bir bütündür.
Ne değişti?
Tek adam devlet ve düzeninin daha şimdiden açığa çıkan belli özellikleri 24 Haziran öncesiyle sonrası arasındaki farkın hiç de önemsiz olmadığını açıkça ortaya koyuyor.
Bir: Türkiye, artık, temel hak ve özgürlüklerin son kırıntılarının da yok edildiği, tek adam iradesinin hiçbir hukukla sınırlandırılmadığı, özgürlükler ve hukuk güvenliği açısından ancak Ortaçağ monarşileriyle karşılaştırılacak despotik bir ülkedir.
İki: Hukuk, artık, yalnızca tek adam iradesine yasallık kazandırmak için işletilmektedir. Üç kuvvetten, bunların ayrılığından söz etmek anlamsızdır. Erdoğan, artık, devlet iktidarının hiç kimse tarafından paylaşılmayan, hiçbir güç tarafından denetlenmeyen mutlak sahibidir. Her şey “yasaya uygun”dur. 1930’lar Almanyasıyla benzerlik çarpıcıdır. Hitler de “yasal yoldan” “führer” olmuştu.
Üç: Başkanlık rejimiyle birlikte sermaye-devlet ilişkilerinde dolaylı temsilden doğrudan temsile geçilmiş, biçimsel “temsili demokrasi” ortadan kaldırılmıştır. Üç patronun bakan atanması açılıştır. Gerisi gelecektir. Seçmene, meclise, tek adam dışında hiçbir organa karşı hiçbir siyasal ve hukuki sorumluluk taşımayan kimselerin sekreter-bakan olarak görev yaptığı, meclisin (yasamanın) “yok hükmünde” olduğu bir rejime geçilmiştir.
Dört: Sermaye ile devlet, ABD’deki “askeri sınai kompleks” e benzer bir bütünleşme doğrultusunda yol alıyor, Erdoğan-Akar ikilisinin kişiliklerinde TSK tekelci sermayenin militarist-yayılmacı organı olarak yeniden “dizayn” ediliyor. Genelkurmayın bakan-sekretere bağlanması, kendi silahlarını kendi üreten, dışarıya silah satan “savunma sanayisi”, “sınır ötesi operasyonlara“ hazır “profesyonel ordu” vb. yeni yönelişin kodlarıdır.
Beş: Gezi tipi bir kitlesel isyan olasılığına karşı, silahlı sivillerden, lumpenlerden oluşan yedek/ihtiyat güçler örgütlemekte yol aldılar. Camilerden “sela”yı, 24 Haziran gecesi duyulan silah seslerini “hazır kıta”ların provası olarak okumak gerekir. Çıplak zorun siyasetteki yerini, meşruluk ve saygınlık yitiminin, ancak bir başka zor seçeneğinin meşruluk kazandığı zaman devrimci sonuçlar üretebileceğini biliyorlar. Bizim de siyasetin bu demir yasasını hiç akıldan çıkarmamamız gerekiyor.
Fırtına yaklaşıyor
Şimdi madalyonun öteki yüzüne bakabiliriz.
Kriz bu kez teğet geçmeyecektir. Ekonomik krizin, üstü şimdilik örtülen siyasal krizi tetiklemesi kaçınılmazdır.
Ekonomik krizin, küresel kapitalizmin koşullarından, dünyada dolaşmakta olan paranın başta ABD’ finans merkezlerine çekilmesinden, ticaret savaşlarından kaynaklanan konjonktürel nedenleri bir yana, Türkiye ve benzeri ülke ekonomileri için “yapısal” bir karakteri var. Bir ülke pazarının, küresel meta ve sermaye hareketlerine açık hale getirilmesinin kaçınılmaz ve “yapısal” sonucu şudur: Emek üretkenliği gelişkin ülke sermayeleri, metaları daha yüksek maliyetle üreten ülke pazarlarını ele geçirirler. Bunun sonuçları ise yıkıcıdır: Sanayisizleşme, tarımın çöküşü, borçlanma ve ekonomiyi çevirmek için küresel finans merkezlerine bağımlılık. Bu döngüden çıkış yalnızca şu iki koşul bir araya geldiğinde olanaklıdır: Borçların ödenmeyeceğini ilan etmek (moratoryum) ve “yerli” sanayi ve tarımı gümrük duvarlarıyla korumak. Bunu, bugünkü koşullarda hiçbir düzen hükümeti yapamaz.
Kısacası, önümüzdeki dönemin temel sorunu ve gündemi krizdir. Sermayenin kriz programı şaşmaz biçimde, elinde avucunda ne kalmışsa onları da almak üzere işçi sınıfına, emekçilere saldırıdır.
Böyle bir saldırı programı, toplumun ezici çoğunluğunun onayını, rızasını almadan hayata geçirilemez. Son seçimde toplumun ancak yarısının desteğini kazanmış Erdoğan-MHP koalisyonu, şimdi ekonomik toplumsal krizin tüm etki ve sonuçlarıyla yüz yüzedir. İyi Parti’deki çözülme, Saadet Partisi’ndeki yumuşama işaretleri, CHP’deki gelişmeler düzen siyasetinin kriz koşullarında daha geniş “milli” oydaşmalara yönelebileceğini gösteriyor.
Durumdan görev
Bizleri doğrudan ilgilendiren, yeni rejim ve kriz koşullarında yapılabilecekleri önem ve öncelik sırasına göre tartışıp somutlamaktır. Aşağıdaki tezlerin bu gözle okunmasını diliyorum.
Bir: İvedi görev, emekçi-komünizan seçeneği reel bir siyasal odak, siyasal bir hareket ve örgütlenme olarak var etmek, güçlendirmektir.
İki: Komünizm, yalnızca ekonominin ve paranın egemenliğini yok etmeye yönelen bir toplum tasarımı değil, sömürüyü, baskıyı, her türlü ayrımcılığı ideolojik, kültürel kökleriyle ortadan kaldırmayı, insanı tüm yaratıcı kapasitesiyle özgürleştirmeyi amaçlayan devrimci-kurtuluşçu bir toplumsal örgütlenme programıdır.
Üç: Program, tüm toplum önünde göndere çekilen bir bayraktır. Yeni bir program bugün ivedi bir ihtiyaçtır. Öte yandan, “gerçek bir hareket olarak komünizm” , entelektüel açıdan doyurucu bir önsel programın değil, sömürülen ve ezilen sınıfların mücadelelerinin ürünü olabilir. Dolayısıyla programın toplumsal karşılık bulması, öncü yürüyüşçülerin kolektif üretimi olmasına bağlıdır.
Dört: Yürüyüşçüler, sınıfsal konumları, siyasal öncelikleri, yakın ve uzak hedefleri vb. açılarından çeşitlilik gösteriyor. Mücadele emek-sermaye çatışması yalınlığında yürümüyor. Öte yandan, güncel kapitalizm, yalnız emekçiyi değil, çevreyi, ekosistemi, toplumsal cinsiyet ayrımcılığını, etnik ve dinsel farklılıkları sömürerek, yaşamla ilgili her şeyi metalaştırarak aslında “yeni toplumsal hareketleri” nesnel olarak “anti-kapitalist” bir konuma yerleştiriyor. Bu hareketlerin kapitalizmin kendini yeniden ürettiği düğüm noktasına odaklanmaları ise kendiliğinden gerçekleşmeyecek siyasal bir sorundur. Birleşik mücadele için, bu hareketlere önsel bir hiyerarşi dayatmamak, öte yandan “herkes kendi mücadelesini verir” liberalliğine de düşmeyen, antikapitalist-komünizan bir siyasallaşmanın yollarını bulmak gerekiyor.
Beş: Dönemin ruhu, en başta ideolojik olarak direnişten taarruza geçmeyi gerektiriyor. Sömürülen/ezilen kitlelerin yaşam geçim koşullarını kötüleştiren sınıfsal ekonomik şiddete, kazanılmış temel hak ve özgürlükleri yok eden siyasal gericilik ve despotluğa, cinsel, etnik vb. ayrımcılık ve baskıya karşı direniş, mücadelenin durdurulamazlığını örneğin gücüyle ortaya koyduğu için son derece değerli ve biriktiricidir. Ne var ki, adı üstünde direniş, inisiyatifin karşı tarafta olduğu, direnen açısından savunma, durdurma, korunma ile sınırlı bir mücadele tarzıdır. Zamanın ruhu ise, bize her gün, salt direnişle “demokrasiyi, “laikliği” , “barışı” korumanın ya da yeniden kazanmanın olanaklı olmadığını gösteriyor.
Devrimci, dönüştürücü bir hareketlilik için, sonuçlara değil, nedenlere, sömürü, şiddet ve baskının kaynağına, düzene meydan okuyan ideolojik, psikolojik, siyasal taarruza geçmek, tarihsel inisiyatifi yeniden ele almak gerekiyor.
Altı: Taarruza geçmenin önkoşulu güçlü olmak değildir. Tersine, güçlü olmanın önkoşulu taarruz pozisyonu almaktır. Aslolan, düzen ve rejim karşıtlığını pozitif, kurucu bir yeni toplum programı, mücadele ve eylem içinde birleşik bir hareket olarak toplumsallaştırmaktır.
Yedi: Birleşik hareket, cephe tipi örgütlenme, var olan siyasal örgütlerin hiyerarşik ve statükocu yapıları ile birleşmesinden değil, halk içindeki katmanların, siyasal yoğunlukların ortak mücadele hedeflerinde ve eylemde birleştirilmesinden geçiyor. Yakın pratiğimiz, Birleşik Haziran Hareketi örneğinde görüldüğü gibi, var olan hiyerarşi ve yapılarıyla örgütleri bir araya getirmenin birleşik mücadeleden beklenen enerji ve sinerjiyi yaratmaya yetmeyeceğini gösteriyor.
Sekiz: Amaç disiplini çerçevesinde birleşik mücadele mantığını tek tek örgütlerin mantığına üstün kılmaya çalışmak gerekiyor.
Dokuz: Devletin, kapitalizmin, sömürünün, gericiliğin esas gücü, tüm bu ilişkilerin günlük hayatın içinde her gün yeniden üretilmesinden kaynaklanıyor. Direnişten taarruza yükselişin yolu da günlük hayatın içinden, temel hakları fiilen kullanmaktan, sivil itaatsizlikten, var olunan her yerde yeni türden, komünizan ilişkilerin yeşertilmesinden geçiyor.