Bundan sonraki gelişmeler hangi yönde olursa olsun, 31 Mart’ın Türkiye için yeni bir dönemin başlangıç tarihi olacağı anlaşılıyor.
31 Mart, toplumsal eğilimleri yansıtan, ölçen herhangi bir seçimden farklı olarak dört önemli gelişmenin buluşma noktasında gerçekleşti.
Bir: Türkiye, 2008’de patlak veren küresel yapısal krizin ve hegemonya mücadelesinin doğrudan ve dolaylı etkileri altında derin ve sert bir ekonomik krizin içindedir. Türkiye ekonomisi, bu krizi yıkıcı sonuçlara yol açmadan öteleyecek olanaklara sahip değildir. Damadın açıkladığı 10 Nisan programı, borç krizi, üretimsizlik, işsizlik, enflasyon vb. gösterge ve gelişmelere karşı başvuracakları başlıca aracın emekçi sınıfların elindekine avucundakine el koymak, toplumun büyük çoğunluğunu yoksullaştırmak olacağını açıkça gösteriyor. Bu programın, toplumsal desteği giderek daralan AKP iktidarı, hatta Cumhur İttifakı eliyle uygulanmasının önünde çok ciddi, ekonomik, toplumsal, “iç” ve “dış” engeller var. “Türkiye ittifakı” söylemi, Erdoğan’ın bu engel ve zorluklar karşısında ilk etapta başvurduğu bir cephe genişletme taktiği, düzen muhalefetini şöyle ya da böyle kriz programına ortak etme manevrası olarak okunabilir. Gelen tepkiler ve bizzat Erdoğan’ın söylemi revize etmesi ise, krizle baş etmenin gerektirdikleriyle iktidarı sürdürme önceliği arasındaki çelişkinin keskinleştiğini ortaya koyuyor.
İki: Türkiye-ABD ilişkilerindeki gerilim, iki “stratejik müteffik” arasındaki sıradan anlaşmazlıklar sınırını aşma noktasına gelmiştir. Erdoğan’ın, dünyadaki kaotik durumun yarattığı boşluklardan, dengelerden yararlanarak yürüttüğü Suriye, İran, Rusya siyasetlerini, orta erimde aynı minvalde sürdürmesi olanaksızdır. S-400’ler, F-35’ler üzerinden yürüyen çekişme, Türkiye’yi İran ambargosuna dahil etme tehditleri, kriz koşullarında ciddi sonuçları olabilecek gelişmelerdir.
Üç: Yeni anayasal rejim, yapıcılarının hayatını zorlaştıran sonuçlarını ortaya çıkarmaya başlamıştır. Yeni rejimde seçim-iktidar denklemi başkalaşmıştır. Bu gelişme ve 31 Mart seçim sonuçları, AKP’nin seçmen çoğunluğunun desteğiyle tek adam iktidarını sürdürme döneminin sonuna gelindiğini göstermektedir. Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin Cumhur İttifakı’nın çoğunluğu kazandığı iddiaları karanlıkta ıslık çalmaya benziyor. Türkiye ulusal gelirinin yarısından çoğunu üreten, ülke toplumsal yaşamına damga vuran büyük kentlerde AKP’nin yerel iktidarı sona ermiş, belediye meclisi ve il genel meclisi oyları esas alındığında Cumhur İttifakı ülke çapında salt çoğunluğu yitirmiş, İstanbul örneğinde, hilelerin önüne geçilebilmesi, AKP karşıtlarına özgüven ve cesaret aşılamış, AKP içindeki çatlaklar belirginleşmiş, hepsinden önemlisi ve tümünün sonucu olarak, her yerde AKP iktidarının sonu düşünülmeye ve konuşulmaya başlanmıştır.
Ekonomik krizi gündelik yaşamlarında etinde kemiğinde duymaya başlayan ve özellikle İstanbul seçimlerinde iktidarın "bu kadar da olmaz" dedirten tutarsızlıklarını doğrudan gözlemleyen her eğilimden yurttaşta öfke ve hatta infial birikmekte, bu da ikinci seçim kararını daha da kritik hale getirmektedir.
Dört: 31 Mart seçim sonuçları, 2017 referandumunda ve 24 Haziran 2018 seçimlerinde oluşan Erdoğan-AKP karşıtı bloğun, varlığını ilginç biçimde sürdürdüğünü göstermektedir. Siyasal partilerin açık ittifak ve işbirliğinden çok, seçmen refleksiyle yaşam bulan bu bloklaşmada HDP’nin ve metropollerdeki Kürt seçmenin tutumu belirleyici olmuştur. Erdoğan, Kürtlerin CHP, İP ve SP ile aynı doğrultuda oy kullandığı koşullarda salt çoğunluğu sağlamanın olanaksız olduğunu görmüş, Bahçeli’nin açık tehdidi kadar, bu gerçek de onu, “Türkiye ittifakı”nı, “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet" tarafında olanlar biçiminde Kürtleri dışlayan içerikte yeniden formüle etmeye zorlamıştır.
Bu satırlar yazılırken, henüz İstanbul düğümü çözülmemişti. Açık seçim sonucuna rağmen, AKP iktidarı İstanbul’u vermek ya da vermemek noktasında büyük bir iç tartışma ve ikircim yaşıyor. Ekonomik erkin ve kent rantının en zengin kaynağından uzaklaşmak Erdoğan’ın ve AKP’nin kolayca kabul edeceği bir şey değil.
İstanbul seçimleriyle ilgili YSK kararının gecikmesi, verilecek kararın yol açacağı olası sonuçların hesaplanamamasından kaynaklanıyor. Daha önemlisi, bu karar, Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın bundan sonra izleyeceği yolun belirlenmesi anlamına gelecektir.
Önlerinde iki yol var. Ya, İstanbul seçimlerinin yenilenmesine karar verecek ve ayrıntılarını şimdiden kestiremeyeceğimiz şiddet ve baskı koşullarında İstanbul’u geri almaya, 7 Haziran-2 Kasım 2015 arasındakine benzer şiddet-terör yöntemleriyle karşılarındaki bloku dağıtmaya, paralize etmeye çalışacaklar, ya da İstanbul seçim sonuçlarını sineye çekip, demiri soğutmayı, HDP’yi dışlayıp öteki düzen partilerini “Türkiye ittifakı” ile krizin ağır yüküne ortak etmeyi deneyecekler.
Birinci yol, biçimsel örtülerin de atıldığı çıplak diktatörlük yoludur.
İki yolun da önünde ciddi zorluklar, engeller var. Uygulanmaya konulsalar bile, beklenen sonuçları yaratacaklarının hiçbir garantisi yok.
Hangi yolun nereye çıkacağını ise yalnızca oyun kuranların iradesi değil, emekçi sınıfların, sol toplumsallığın yeni durumda ne yapacağı belirleyecektir.
29.04.2019