Seçimler bitti, Meclis’te yeminler edildi, “yeni” bir dönem başladı.
Biz de yorumlarımıza bir yerden başlayacaksak bu yer “bugünkü rejimin mahiyeti” olabilir. “Saray rejimi” dedik, “tek adam rejimi” dedik, “neo-faşizmin kurumsallaşması” dedik; bunların hepsi doğru olsa bile başka birkaç saptama daha gerekiyor gibi...
Birincisi: 1923’le başlatırsak, Birinci Cumhuriyet artık gerçekten bitmiştir; ama bunun yerini tanıma tarife gelen bir İkinci Cumhuriyet’in aldığını (ya da alacağını) söylemek mümkün görünmemektedir.
İkincisi: “Yeni rejim”, bırakın başkalarını, bu rejimin kurucuları açısından da belirsizliklerle doludur. Kurucuların asıl niyetleri ve hedefleri konusunda kesin şeyler söylemek görece mümkün olsa bile, bunun yolu, yordamı ve usulü konusunda kendileri de acemidir ve el yordamıyla yol alacakları kesindir.
Üçüncüsü: Neyle nasıl tanımlanırsa tanımlansın (kuvvetler ayrılığı vb.) Türkiye’de normal süreçlerle eski “parlamenter düzene” geri dönüş yolu tamamen kapanmıştır. Düzen içi muhalefet zaten kendini bu yeni rejime uyarlamayı kabul etmiştir. Kabul etmenin ötesinde kendisi de bunu istemektedir. Düzen dışı muhalefetin ise “aman eski parlamenter düzene dönelim” gibi bir derdi olmaması gerektiğine göre bu iş bitmiştir.
Dördüncüsü: Sermaye sınıfının bugünkü rejimi istemediği, gönlünde eski rejime dönüş yattığı, Türkiye’nin şu ya da bu odakların ittifakıyla liberal bir restorasyon yaşayacağı gibisinden dün sadece “yanlış” denilen öngörüler bugün büsbütün saçma hale gelmiştir.
Bütün bunlardan ne çıkar?
“Yeni bir belirsizlikler dönemi çıkar” diyeceğiz.
***
Keyfimizden söylemiyoruz; öngörü yetersizliklerimizi “belirsizlik” tespitiyle kamufle etmeye çalıştığımız da yok. Örneğin, bugün 2019 yerel seçimlerinin zamanında yapılıp yapılmayacağı, yapıldığında eski düzenlemelerin geçerli olup olmayacağı, bundan sonraki seçimlerin 2023 yılına kadar bekleyip beklemeyeceği, Erdoğan ve AKP’nin işini sürekli MHP desteğiyle götürmeye gerçekten niyetli olup olmadığı gibi başlıklarda “kesin şöyle olur” diyebilecek kimse var mı?
Yoksa belirsizliği bir gerçeklik olarak kabul edelim; teorik-entelektüel-ideolojik-siyasal donanımımız hakkında kuşkulara yol açacak bir zaafın örtüsü olarak değil. Gerçeklik olarak kabul edelim ki “bilimsel” (?) açıklamasını bulmakta zorlandığımız gelişmeleri türlü çeşitli komplo kurgularına bağlamayalım…
O zaman ekleyelim ya da toparlayalım: “Belirsizliklerin” ana kaynağı, Türkiye’deki dâhil kapitalizminin kendine uygun bir siyasal, ideolojik, hukuksal vb. üstyapı oluşturmasındaki sıkıntılar ve tıkanmalardır. Türkiye’de ise bu genel geçer duruma bir de sahip olduğu güce rağmen neyi nasıl yapacağını, daha doğrusu kafasındakileri “kitabına nasıl uyduracağını” tam bilemeyen bir iktidar eklenmiştir.
***
“Parlamenter sisteme” dönüş mümkün olmadığına göre TBMM’nin artık bir anlamı kalmadığı söylenebilir mi?
Eğer bilmem hangi yasanın nasıl çıkacağı, belirli bir yasanın şu ya da bu maddesinin nasıl düzenleneceği gibi gündemlerse, boş verin gitsin. “Başkanlık sisteminin” ya da “tek adam rejiminin” dayatmaları bir yana, meclisteki gerçek muhalefet böyle konularda ne kadar sağlıklı ve dirayetli bir tutum sergilerse sergilesin bunun meclis dışına fazla yansıması olacağı sanılmamalıdır.
Ancak, konunun bir başka boyutu daha vardır.
Türkiye’de siyasal kültür, sosyalistlerin mecliste var oldukları uzun yıllar öncesinden bu yana radikal bir değişim ve dönüşüm geçirmiştir. Bu değişim ve dönüşüme paralel olarak TBMM halkın kendisini “temsil eden” kişilerden çok bizzat “kendini” görmek istediği bir kurum haline gelmiştir.
Başka bir deyişle, 50 yıl önce Meclis’te konuşan örneğin Çetin Altan’ı kendi yararını, hakkını ve hukukunu yüce bir kurumun kürsüsünden savunan temsilcisi olarak gören seçmenin yerini bugün sosyalist kimlikli birini artık o kadar da “yüce” olmayan bir mekânda bizzat kendisi olarak görmek isteyen başka bir seçmen almıştır.
Meclis’in “itibar yitirmesinin” olumlu sonuçlarından biri sayılması gerekir.
Hani “sokağın sesi” deniyor ya, özü budur, buradadır.