Ortadoğulaşma diye bir süreçten söz edilirdi, bugün artık Türkiye'nin bir Ortadoğu ülkesi olduğunu söylemek sadece basit bir tespit. Tek mesele bir kaç yıl öncesine kadar Bağdat'da, Şam'da yaşananlara benzer saldırıların ardı ardına Ankara'da yaşanması değil. Türkiye yakın geleceğinin belirsizleşmesi ile de tipik bir Ortadoğu ülkesi haline gelmiş durumda.
Kifayetsiz muhterislere dikkat!
Erdoğan, dün yine muhtarları topladı. Külliyesi'nde 22'ncisi yapılan muhtarlar toplantısı konuşması basında geniş ölçüde yer buldu. Ciddi ciddi baş ağrısı yapıyor ama yine de mutlaka okunmalı.
Konuşmada gerçekten tüm kalbimle katıldığım çok önemli bir vurgu var; "Bir takım kifayetsiz muhterisler Kızılay’daki elim hadiseyi kendi çıkarları için kullanacak kadar zavallıdır, haysiyetsizdir." Bu cümleyi çok daha ağır ifadelerle yazmak isterdim, fakat bütün yazı bundan ibaret kalır, o nedenle bununla yetinelim.
Erdoğan haklı, bu saldırının ardından, AKP/Saray iktidarına muhalefet eden hatta muhalefet etme potansiyle taşıyan herkesi terörist ilan edecek kifayetsiz muhterislerin sayısının hiç az olmadığını gördük.
Bu saldırıyı, ülkenin tüm sorunlarının kaynağı kendileri değilmiş gibi iktidarlarını güçlendirmek için vesile kılmaya çalışan, ülkemizde Türk ve Kürt yoksullarını birbirine karşı düşmanlaştırarak iktidarlarını sağlamlaştırmaya çalışan ve onların her dediğini emir görüp hayata geçirmek için görev bekleyen kifayetsiz muhterisler hiç az değil.
Aynı konuşmada, saldırının ardından AKP kaynaklarının ağız birliği etmiş olarak tekrar ettikleri "ya bizdensin ya terörist" yaklaşımının bir kez daha dile getirilmesini, iddiasını ispat çabası olarak görebiliriz.
Bu söylemin, ABD'nin 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında temel tez olarak ileri sürdüğü söylemin bire bir tercümesi olduğunu hatırlatmak istiyorum.
11 Eylül saldırıları ardından ABD'nin bu temel tezden yola çıkarak Afganistan ve Irak işgallerini gerçekleştirdiğini, milyonlarca insanı öldürerek bu iki güzel ülkeyi aslında yok ettiğini hatırlatmak istiyorum. ABD, yüzlerce yurttaşının ölümüyle sonuçlanan bir saldırıyı, egemenliğini yaymanın ve derinleştirmenin bir vesilesi olarak kullanan alçak yöneticilere sahiptir. Onlar insanların ölümünü fırsat bilip, dünyanın dört bir yanında masum insanların kanı üzerine kendi iktidarlarını güçlendirme şansı bulmanın mutluluğunu yaşadılar.
Bu sadece ABD'nin değil tüm parababaları iktidarlarının ortak özelliğidir.
Türkiye'yi bu noktaya getiren iktidarın sorumluluktan kaçmasına, hele sorumlusu olduğu bu süreci kendi iktidarını koruma, güçlendirme vesilesi yapmasına izin verilemez.
Bu Türkiye, AKP'nin eseri
Bu tablo karşısında yapılması gereken ilk şey, ülkemizin bu hale gelmesinde (faili kim olursa olsun arka arkaya patlayan bombalarda da) iktidarın sorumluluğunun altını çizmektir.
Türkiye'nin bu hale gelmesinin en önemli nedeni, iktidarın "stratejik derinlik" adı verilen bir dış politika ekseninde attığı adımlardır.
AKP iktidarı, emperyalist merkezlerin bölgeyi yeniden düzenleme sürecinde mayın eşeği rolü üstlendiği için, şimdi Saray sözcüleri bombalarla yaşamaya alışmamız gerektiğini söylemek zorunda kalıyor.
Türkiye'de ardı ardına bombalar patlamaya başlamasıyla Türkiye'nin Suriye politikalarının iflas etmesi arasındaki bağı görmek ve göstermek zorundayız.
Bunun sorumlusu Türkiye halkları değil AKP iktidarıdır.
Meseleye bir de içeriden bakalım.
Arka arkaya bombaların patlamaya başlamasıyla AKP'nin tek başına iktidar kurma şansını yitirmesi, dolayısıyla Tayyip Erdoğan'ın başkanlık, sultanlık, halifelik hayallerinin tehlikeye girmesi arasında bağ olmadığını söyleyebilir miyiz?
Kritik bir döneme girerken...
Yazıya başlarken geleceğin belirsizleşmesinden söz etmiştik, bunu altını özellikle çizmek istiyorum. Herkesin projesi, kurgusu, hedefi vs. olabilir ama Türkiye'nin yakın geleceği tek bir öznenin veya örneğin sadece egemenlerin belirleyeceği bir planla ilerleyemez.
Belirsizleşme, aynı zamanda sürece pek çok öznenin, gücün müdahalesinin de mümkün olduğu bir dönem olarak okunabilir. Devrimci güçler açısından bunun bir sorumluluk olarak görülmesi gerekiyor. Pek çok açıdan Ortadoğu'ya benzemiş olsa bile Türkiye, işçi sınıfının, devrimci örgütlenmelerin, toplumsal mücadele pratiklerinin Ortadoğu ülkelerine oranla çok daha gelişkin olduğu bir ülke. Şu aşamada eğer değerlendirebilirsek en büyük olanağımız bu.
Artık hep birlikte yaşam ve ölümün ayrıldığı ince bir çizgide yürüyoruz. Türkiye'nin yakın geleceğinin belirleneceği önemli bir dönemdeyiz. Bu ülke devrimcilerinin yanlış yapma, tereddüt etme, erteleme veya bekleme gibi lüksleri yok. Yaptığımız ve yap(a)madığımız her şeyin çok ağır bedellerinin olacağı bir evrede olduğumuzu tekrar tekrar hatırlamak zorundayız. Her adımın, her sözün (akademisyenlerin tutuklanması kararını örnek vererek yazalım, söylenmeyen-yazılmayanlar da dahil) önemli sonuçları olacak.
Açık söyleyelim, hareketsizliğin, kararsızlığın, tembelliğin, beceriksizliğin ve en önemlisi politik körlüğün bedelleri çok ağır olacak.
Durumu sadece karmaşıklığı ve karanlığı ile anlamaya çalışanlar hiç zahmet etmesinler, onlar yenilgiye mahkumlar. Ancak bu ve benzeri dönemler aynı zamanda halkların kurtuluşu için inisiyatif üstlenmeye hazır devrimci öncüler için sınav dönemleridir.
Belli bir gelecek perspektifiyle ileri doğru hamle yapma, öncülüğün bir iddia olmaktan çıkıp gerçekliğe dönüşümünün başlangıç adımıdır.
Tarih boyunca kurucu rol oynayan tüm politik iradelerin ortak özelliği, böylesine yıkıma giden süreçlerde özne olmayı başarabilmeleridir.
Ya bizdensin ya terörist, ya başkanlık ya kaos gibi saçmalıkları bir yana iterken gerçeğin bilince çıkmasına odaklanmalıyız: ya Saray kazanacak ya halk.