Marksizmin en çetrefilli başlıklarından birisinin özne-nesnellik tartışması olduğunu söylersek sanıyorum çok iddialı bir laf etmiş olmayız.
Bir köşe yazısı sınırlarında bu tartışmayı ayrıntılı ele alma şansımız olmadığına göre içinden geçtiğimiz Türkiye ve bir ölçüde Dünya verileri itibariyle bir iki çift laf etmeye çalışalım.
Güç ve güçsüzlük göreceli kavramlardır
10 Ekim Katliamı[1] Türkiye halkları için düşmanın ne kadar alçak ve acımasız olduğunu gösteriyor ancak “yenilmez bir güç” olduğunu ise kesinlikle göstermiyor.
Her iktidar, iktidarını sürdürmek için bir mutlaka bir meşruiyet yaratmak zorundadır.
Eğer bu doğruysa ilk soru AKP/Saray iktidarının bu kadar büyük bir katliama neden ihtiyaç duyduğudur.
Bu soruya verilebilecek tek yanıt var; böylesi büyük bir saldırıya ancak varlığını önemli ölçüde tehdit altında hisseden bir iktidar başvurur.
10 Ekim Katliamı, AKP’nin gücünden ziyade karşısındaki potansiyel tehlikenin üzerinde yarattığı basıncın, korkunun sonucu olarak gerçekleştirilen bir saldırıdır. Bu nedenle AKP/Saray iktidarının çok güçlü olduğunu değil; baskı, şiddet ve terör dışında bir kurtuluş yolu bulamadığını gösterir.
Şimdilik işe yaramış gibi görünmekle beraber, 10 Ekim Katliamı’nın ve ardından kesintisiz biçimde devam ettirilen baskıcı politikaların, AKP’yi sıkışmadan çıkarıp çıkarmayacağı bu saldırının muhataplarının saldırı sonrasında atacakları adımlara bağlıdır.
Daha açığı, bugün Türkiye’de AKP/Saray iktidarının geleceği en fazla bu ülkenin emekçilerinin, devrimcilerinin neleri yapıp, neleri yap(a)mayacağına bağlıdır.
Türkiye solu (yine) hazırlıksızdı
Aslında pek çoğumuzun bildiği, gördüğü bir şeyi yazacağım ancak bu verinin, solumuzun çoğunluğunun önemli bir eksikliği olduğunu da özel olarak vurgulamak zorundayız. 10 Ekim saldırısı (katliamı) Türkiyeli devrimcilerin önemli bir çoğunluğunun da kaldıramayacağı ağırlıkta bir saldırıydı.
Her ne kadar lafzi düzeyde hepimiz savaş koşullarında yaşadığımızı kabul ediyor olsak bile böylesi bir kahpeliğe hazır değilmişiz.
Üzerine konuşulduğu anlarda Türkiye burjuvazisinin ve onun siyasal temsilcilerinin her tür alçaklığı yapacak nitelikte olduğunu bilmemize rağmen Ankara'nın göbeğinde son derece insani taleplerle örgütlenen yasal bir mitingde, binlerce kişi arasında, çok büyük olasılıkla, yüzlerce kişinin öldürülmesi hedefiyle gerçekleşen böylesi ağır bir saldırı beklenen-hazırlıklı olduğumuz bir şey değildi.
Katliam sonrasında ülkenin siyasal atmosferinin hızla değişmesinin ve solun müdahale edememiş olmasının en önemli nedenlerinden birisi budur.
Yanlış anlamaya neden olmaması için altını bir kez daha çizmek istiyorum, buraya kadar söylenenler sadece bir durum tespitidir ve geleceğe dönük hazırlıklar kapsamında yeniden aynı hatalara düşülmemesi ve mevcut eksiklerin kapatılması için uyarı amacıyla yazılmıştır.
Devrimci Özne
İnternet ortamında bile olsa köşe yazısının sınırlarını zorlamayalım, toparlamaya çalışalım.
Dünya ve özel olarak Türkiye kapitalizmi üzerine devrimci bir yaklaşımın kırıntısını taşıyan tüm değerlendirmeler önemli bir sıkışma dönemine işaret ediyor. Öyle bir zaman diliminden geçiyoruz ki, hemen herkes kaotik bir süreçten, ülkenin ve dünyanın içine girdiği bunalım döneminden söz ediyor. Ancak ne garip, bu süreci devrimci bir müdahaleyle sonladırmaya ve meseleyi emekçilerin iktidar sorunu ile ilişkilendirip çözecek hamleler yapmaya talip olanlar, hatta sadece buna dair gerçekten bir arayışı olduğu dışarıdan da hissedilenler bile yok denecek kadar azlar.
10 Ekim sonrası Türkiye’ye hakim olan, 1 Kasım sonuçlarıyla tescillenen ve içinden geçtiğimiz günlerde özelde Kürt illerinde süren saldırılar nedeniyle sürekli bir hal alan atmosfer açık bir yenilgi atmosferiyken bunları yazmak garip gelebilir.
Bu satırların yazılma nedeni tam da budur. Türkiye solu, ‘hiç bir şey kaybetmeden her şeyi kazanma’ olarak formüle edebileceğimiz karşılıksız beklentisinden vazgeçmelidir.
Ortada bir savaş varsa elbette yenilgi de olasılıklardan birisidir, kesin olarak söyleyebileceğimiz tek şey kazananların mücadeleye girmeyi göze alanlar, buna uygun konumlananlar, bunun araçlarını yaratanlar arasından çıkacağıdır.
Karşımızda gücü-güçsüzlüğü tartışılabilen fakat acımasız, her türlü alçaklığa başvurabilen, çeşit çeşit hainlikleri uygulamaya koyma yeteneği olduğu tartışılmayacak bir iktidar var. Korunmayı veya sadece belli alanlarda onu sınırlandırmayı hayal edenler yenilginin yolunu döşediklerini artık görmelidirler.
Nesnelliğin yalnızca buna imkan verdiğini düşünenler, çok kısa bir süre içinde bizzat kendileri o karanlık nesnelliğin bir parçası olacaklar.
Çok bilinip, çok tekrarlandığı üzere devrim ve karşı devrim düşman kardeşlerdir. Bunun bir anlamı da sadece devrimcilerin lehine olan bir nesnelliğin hiç bir zaman var olmayacağıdır. Nesnelliğin siyasete, devrimci siyasete “daha uygun hale gelmesi” için bile bugünün görevlerine odaklanmalı ve düzenin sık sık içine girdiği her sıkışmadan devrim için enerji çıkartmak üzere faydalanılmalıdır.
Devrimci özne bunu yapabilendir.
Haziran Direnişi hiç bir şey öğretmediyse bu ülkede onurlu, namuslu, kararlı insanların hayallerimizdekinden bile büyük kalabalıklar olarak varlığını kesin olarak ortaya koydu. Toplumların büyük isyanlarının yerinin ve zamanının kolay kolay kestirilemeyeceğini tezini ispatladı.
Kuşkusuz birebir bir tekrarı yaşanmayacaktır. Yine de herkesin kendisine sorması gereken temel soru, Türkiye halkları bir kez daha görkemli bir biçimde ayağa kalktığında Haziran Direnişi’nin, 10 Ekim Katliamının ardından bıraktığımız eksiklerinin bir kez daha yaşanmaması için neler yapılması gerektiğidir.
Örneğin geride kalan 4 ayda olduğu gibi ellerimizle gözlerimizi kapatıp, köşemize çekilip 10 Ekim acılarının geçmesine, unutulmasına umut bağlayamayız.
Kuşkusuz süreci daha iyi, daha derinlikle anlamaya çalışarak ancak bu karanlığı yırtmak için, barış için, eşitlik için, özgürlük için (ve elbette yitirdiğimiz kardeşlerimiz için) yeniden yüzümüzü sokaklara dönmek zorundayız.
[1] [1] Her ne kadar bir gün sonra okunacak olsa da bu yazı 10 Ekim katliamından tam 4 ay sonra yazıldı, bu vesileyle alçakça bir katliamda yitirdiğimiz sevgili arkadaşlarımızı bir kez daha saygıyla anıyoruz. Onlara borçlu olduğumuzu hiç aklımızdan çıkarmıyoruz.