“Otuz yıl önce yazdığım bu romanı (Ankara-b.s.a.); üçüncü baskıya vermek üzere, gözden geçirirken bir düş görüyor gibi oldum ve bana öyle geldi ki, burada hikâye ettiğim devri bir somnambül hali içinde geçip gitmişim.”[1]
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Yakup Kadri’ye ve Kadroculara daha soğukkanlı ve anlayarak bakmak zorunludur. Yaban ve Ankara’yı inkılâpçı bir romancının, “bulup dört elle sarıldığı tek gerçek: vatan ve millet”i, hayatın temel hakikati kılmak için giriştiği büyük çalışmanın çelişkili ürünleri olarak değerlendirebiliriz. Yakup Kadri, milletin, bağımsız ve hür bir vatan içinde, ortak değerleri benimseyerek, birbirinin çıkarını zedelemeden, insanlığın yaratıcı birikimlerine kavuşarak bütün potansiyellerini geliştirebilecekleri ideal bir cumhuriyet düzenini arıyordu. Ama gerçeklik sürekli bunun önüne engeller çıkarıyordu. İnkılâpçıyla onu anlamaktan aciz halk, “inkılâbı gereği gibi anlamadığı”[2] için başkalarının zararına zenginleşen burjuvalar, bu düzenin sürmesi için gözlerini yuman adalet görevlileri, haksızlık üreten temeldeki ilişkileri değiştirmeyi göze almadan girişilen lafazan inkılâpçılık vb. vb. bu düzenin kurulmasını engelliyordu. Yakup Kadri’nin cumhuriyet ütopyasını gerçekler sürekli tekzip ediyordu. Zaten Kadro hareketi inkılâbın sönükleşmesini engellemek, yozlaşma üreten ferdiyetçi girişmeleri milli çıkarların etkin olmasıyla durdurmak çabasındaydı. Çıkışında yapılan değerlendirme, verili koşulların hiç de arzulanan olmadığını gösteriyordu. Yakup Kadri’nin Kadro çıkarken hazırladığı fakat belki de içeriğindeki sert eleştiri nedeniyle, o dönemde ve sağlığında yayımlanmayan “Büyük İnkılâp ve Küçük Politika”[3] kitabında, Ankara’da çizdiği yozlaşmanın politik nedenlerini ortaya koymaya çalışmıştır. Yakup Kadri’nin, özellikle, inkılâbın daha kuruluşunda çöküş belirtileri saptaması önemlidir: “İnkılâp daha on yaşında. Fakat, şimdiden, bünyesinde ihtiyar bir bünyenin bütün zaaflarını taşıyor. Bu halin, yalnız benim nazarı dikkatimi celbetmiş olduğunu iddia edemem. Bunu herkes benim kadar görüyor, benim kadar hissediyor.”[4] Yakup Kadri on yılda yaşlanmış bir inkılâp saptamasını yaparken, iktidarın tepesindekilerle içli dışlı, olup bitenlerin kesin bilgisiyle bu sonuca varıyor. Şu cümleyi de not etmekte yarar var. “İnkıraza uğrayan her cemaatte ‘bizantinizma’ ilk dağılış ve çürüyüş alametidir.”[5]
Şapkaya kafayı kaptırmamak
Bu belirlemenin sonuçları vahimdir. “Demek ki, başlayan bir tarihin tahlilini yapıyoruz. Ve bu tahlili yaparken o anda en müthiş inkıraz unsurlarından birini buluyoruz. Bu, merak ve endişe ile tetkik olunacak bir hadisedir.”[6] Kuruluşta “çöküş” unsurlarını görmek son derece önemlidir. Bu Kadro’nun inkılâba yeniden gençlik kazandırmak ve çöküşü durdurmak için müdahale çabasının çıkış noktalarından biridir. Yakup Kadri’nin bu dönem romanlarının da temel kaygısıdır denebilir.
Yakup Kadri gerçekçi bir yazardır. Büyük inkılâbı kirleten “küçük politika”ya karşı Ütopik inkılâp Ankara’sını hayal ederken, gerçeklerin bu düşü sürekli yıkmasına gözlerini kapamasını bekleyemeyiz. Kadro’nun kapatılışı, “zoraki diplomat” olarak “bir sürgün”e gönderilişi, yazarı bireysel planda harekete geçiren ilk etkenlerdi. Bir ütopyayla aşmaya çalıştığı gerçeklikle hesaplaşmadan kaçınamazdı. Nasıl ki, Ankara, Yaban’ı kaldığı yerden alıp sürdürdü ve sorunsalını daha geniş bir zaman kesitinde, daha karmaşık bir toplumsal yapı içinde geliştirdiyse, Bir Sürgün (1937) de tohumlarını Ankara’da taşıyordu.
Siyasi görüşleri nedeniyle İzmir’e sürgün edilmiş Jöntürk sempatizanı Doktor Hikmet’in, oradan kaçak bindiği bir vapurla, hürriyetin beşiği Paris’e gitmesini ve orada yaşadıklarını anlatan roman Yakup Kadri’nin Batıyla hesaplaşmasını sergiliyordu. Ütopik Ankara’da işçilerin çalışma koşulları Batıdaki sınıfdaşlarından daha özgürdü ve yaşama şevkle sarılıyorlardı. “Başlarında patron denilen bela yoktu.” Yeni Ankara’da ise, Neşet Sabit, bize Batıcılığın bir eleştirisini sunmuştu:
“Milliyetçi Türk garpçısı için garpçılığın en karakteristik vasfı garplılığa Türk üslûbunu, Türk damgasını vurmaktır. Şapka bize hâkim değil, biz şapkaya hâkim olmalıydık. Garplılaşma, muayyen bir hayat prensibidir. Bu prensip, ancak, millî isteğin, millî kültürün ve nihayet millî ahlâkın hizmetçisi, emirberi olmak şartıyladır ki, yaratıcı ve kurucu rolünü ifa edebilirdi. Garplılık namına Garbın “vice”lerini almakta, yarın öbür gün Garp medeniyetinin yıkılıp çökmesine sebep olacak unsurları bu taze, arı vatan topraklarına taşımakta ve aşılamakta ne mâna vardı? Biz Garp namına Garpta hüküm süren çürümüş bir sınıfın istihlâk ve istihsal şartlarını kendimize tatbike uğraşmaktayız. Tıpkı tehlikeli bir ilâcı kendi kanına aşılayan bir ilim fedaisi gibi. Fakat, bu korkunç tehlikenin sonunda bir büyük hakikat ayân olsa… Hayır. Bu korkunç tehlike, Selma Hanım’ın evindeki lüks kadar, bu caddenin ortasındaki lâmbalar kadar faydasız ve beyhudedir.”[7]
Bir Sürgün romanının Ankara’dan çıkan ipuçları bu eleştiri olsa gerektir. Üstelik, sorunu doğrudan kalbinden vuran bir eleştiri: “Biz Garp namına Garpta hüküm süren çürümüş bir sınıfın istihlâk ve istihsal şartlarını kendimize tatbike uğraşmaktayız. Tıpkı tehlikeli bir ilâcı kendi kanına aşılayan bir ilim fedaisi gibi.” Yakup Kadri Bir Sürgün’de kahramanı Doktor Hikmet’in, bir uygarlık, hürriyet ve gelişmişlik timsali sandığı Paris’e gelişinden başlayarak aşama aşama bu hayalinin yıkılışını gösterir.
Bir iç savaş sahnesi olarak kapitalizm
Bir Sürgün’ü okurken, katı gerçeklerin kuşattığı Paris sokaklarında insanlar ve manzaralarla karşılaştıkça sanki bir Balzac romanı okuyor gibi oluruz. Yakup Kadri Bir Sürgün’de bütünüyle Balzac gerçekçiliğinin yöntem ve araçlarını kullanmaktadır. Balzac’ın, Sönmüş Hayaller romanında sanatın ve bilimin bütünüyle kapitalist ilişkiler içinde yozlaşıp gidişini ortaya koyuşuna benzer biçimde, Yakup Kadri’nin romanı da, Batı uygarlığının sanatı, bilimi, şiiri, aşkı, nasıl bu ilişkiler içinde alçalttığını gösterir. Bir Sürgün’ün Doktor Hikmet’i de resmini yok pahasına satmak zorunda kalan bir ressamla karşılaşır. Mesleğini yapmak için yardımına başvurduğu üniversite profesörü, onu anlama ve dinleme çabasını çok görür. Sevdiği kadın, ailesinden kalacak mirasın elden çıktığın öğrenince onu hasta halinde yüzüstü bırakır. Paris’in göbeğinde parklarda yatan yoksullar, bedenini satan orospular vardır. Roman Paris yaşamından ayrıntılı sahneler sunarken, geçinme ve ayakta kalma mücadelesinin savaş alanına döndürdüğü bir şehir tablosuyla gerçekliği bütünler. İşte, Batının asıl gerçeği budur.
“Onlar, şuracıkta, kendi aralarında da boğazlaşmaktadırlar. Sınıf sınıfa karşı, zümreye karşı, fert ferde karşı, öyle amansız ve sinsi bir boğuşma ki; insanın tüylerini, herhangi bir klâsik katliâm sahnesinden yüz kat daha ziyade ürpertir. Burada, her ev taaruz veya müdafaa halinde bir siper; her mahalle taaruz veya müdafaa halinde bir kaledir. (Sol koluyle uzakta bir semti işaret ederek) Orada modern katakomblar; (ve sağ elini gene uzak bir semte doğru sallayarak) burada, zinciri kaldırılmış gettolar… ve bunların ikisi ortasında Duchesse d’Urant’nın evi… ve o evde, bu dahili harbi sevk ve idare eden ‘Etat major’ heyetinin sırmalar, tuğlar ve tüyler içinde tavus kuşları gibi kabararak, sallanarak dolaşan âzası.”[8]
Kapitalist toplum, en gelişmiş ve doğal halinde bir “dahili harp” içindedir. Yakup Kadri’nin bu gerçekliğin bilincinde olması ve roman diliyle bize göstermeyi başarması son derece önemlidir.[9] Kitabın sonu tam Balzac’a yakışacak bir cümleyle gelir: “Doktor Hikmet’in cesedi, toprak parası bulunup verilemediğinden Paris’in umumî kuburlarından birine gömüldü.”[10]
Doktor Hikmet, Paris’te Jöntürk liderleriyle de tanışır, fakat onlardan fazla etkilenmez. Doktor Hikmet’i asıl etkileyenler, sevgilisinin kardeşi aracılığıyla tanıştığı Rus Bolşevikleri olur. Onlar kapitalist toplumu kıyasıya eleştirirler ve sosyalist bir toplumun gerekliliğini anlatırlar. Rus Bolşeviklerden Morotof, Doktor Hikmet’e Osmanlı İmparatorluğunun emperyalistlerce bir yüzyıl içinde nasıl yıkıma uğratıldığını anlatır. Bir Sürgün’ün bir Rus okurunun Yakup Kadri’ye gönderdiği mektupta, Lenin’in çizgilerini gördüğünü yazdığı bu Bolşevik, 1905 Rus Devrimi’ndeki kendi hatalarını da eleştirince Doktor Hikmet’in gözünde inandırıcılığı artar. Yazarın söylemek istediklerinin ötesinde bir yorumla, Rus Bolşeviklerin kapitalizm eleştirisi ve yeni bir düzen arayışı, Bir Sürgün’ün yozlaşma ve iç savaş toplumuna çözüm önerisi olarak değerlendirilebilir.
Kadro’nun Üçüncü Yol’u
Roman sert bir kapitalizm eleştirisi olarak gelişiyor. Bu yanıyla kapitalizm ve sosyalizm karşısında bir “üçüncü yol” olarak konumlanacak Kadro’nun aradığı düzenin gerekliliğini, olumsuzun eleştirisiyle ortaya koymaya çalışıyor da denebilir. Kadro’nun ideologu Şevket Süreyya Aydemir, Ahmet Ağaoğlu ile polemiğinde Kadro’nun özgün toplumsal düzenini savunurken, “Avrupa nizamının dahili tezatları ve esasen oralarda bir gasp ve istismar ifade eden bugünkü hak ve hürriyet mefhumları üzerinde durmaya gerek duymuyoruz”[11] demekte ve eklemektedir: “Bizim idealimiz bizim rejimimizdir.” “Bu rejim, iktisaden ve siyaseten cüzütam olan, yani ne eski Türkiye gibi müstemleke, ne de muasır demokratik devletler gibi müstemlekeci olmayan, ileri teknikli fakat tezatsız bir millet rejimidir.”[12] Kadro’nun bu tezatsız millet rejimi çerçevesinden bakıldığında Yakup Kadri’nin kapitalizmi eleştirmesi olağandır. Ancak Kadro’nun üç yıl sürebilen Milli Kurtuluş İnkılâbının ideolojisini geliştirme çabaları ve tezatsız milletin altyapısını oluşturacak iktisadi devletçilik mücadelesi, 1934 yılında sermaye çevrelerinin baskısıyla yenilgiye uğramıştır. Eğer Yakup Kadri hâlâ kapitalizmin çelişkilerine düşmeden gelişecek bir Türkiye hayal ediyorsa ve romanında bunun haklılığını kanıtlamaya çalışıyorsa, karşımızda yine Ankara’daki “somnambül”, uyurgezer var demektir.
İnsan hür gelişimini nerede aramalı?
1905 yılında, Paris’te bir sürgün Jöntürkün romanından 1930’ların Ankara’sındaki toplumsal çatışmaların ve yıkılan milli ütopyanın yankılarını çıkarmak abartılı bir yorum mu? Şöyle de söylenebilir: Ankara’nın gerçeklerce tekzip edilen ütopyasının çürük dayanaklarını Bir Sürgün romanının kapitalizm imgelerinde bulamaz mıyız? Yakup Kadri, sınıflı bir toplumun “iç savaş halindeki” gerçekleriyle “imtiyazsız, sınıfsız bir millet” düşünün gerçekleşmeyeceğini görmüştü ve göstermek istiyordu. Onun amacı Kadro’nun sınıfsız, tezatsız millet düşünü sürdürmek olsa bile çıkan sonuç buydu.[13] Batının en gelişmiş ülkelerinden birinde, İhtilal-i Kebir’in yapıldığı yerde insanlıktan eser kalmamıştı ve Doktor Hikmet’in çığlığıyla birlikte uyanmaktan başka çare yoktu:
“Doktor Hikmet, Paris gibi bir medeniyet ve irfan merkezinin göbeğinde bu düşüncelerle dolaşmaktan derin bir hüzün duyuyordu. Daha doğrusu, bu bir hüzün değil, bir ümitsizlik, bir füturdu. Artık burada da insan zekâsı, insan ruhu ilâhi misyonuna ifaya imkân bulamıyorsa; burada da bir sürü cebirler ve tazyikler ferdin hür ve serazade inkışafına mani olmakta ise nereye gitmeli? Hangi ülkenin kapısına başvurmalı?”[14]
Kitabın zamanında bir Jöntürk romanı olarak karşılanması ve anlaşılamadan eleştirilmesi de bu özü görememiş olmaktan kaynaklanıyordu. Ya da bu özün görülmesinin yaratacağı sonuçlardan kaçınmak için üstünden atlamak tercih edilmişti. Yazarın temel sorunsalı bir Jöntürk tipolojisi çizmek değil, safdil bir milli inkılâpçının kapitalist ilişkilerin yol açtığı sefalet, yabancılaşma ve sömürü ilişkileri içinde yok oluşunu göstererek, milli inkılâbın “kapitalist olmayan bir yol”a ihtiyaç duyduğunu göstermekti.
Ankara’da ütopyayla örterek söylemekten kaçındığı B’yi Bir Sürgün’le, gerçekçiliğin usta bir örneğiyle romana dönüştürüyordu da denilebilir. Şimdi, sırada bütün bunların birikimini ve sentezini ortaya koyacak bir Panorama vardı.
[1] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, İstanbul, İletişim, 2001, s. 9.
[2] Ankara’da Neşet Sabit kendini kandırıyor ya da burjuva inkılâbının soysuzlaşmasına mazeret arıyor: “Bunlar, hep, inkılâbın yanlış anlaşılmasından çıkan neticeler… İnkılâbı, kocanız kendine göre, Murat Bey kendine göre, Şeyh Emin kendine göre anlıyor, hani, bazı dinler vardır ki, müfessir ve müçtehitlerinin çokluğu yüzünden mâna ve mahiyetini değiştirir; işte, bizim inkılâbımızın başına da böyle bir şey gelmektedir ve bizim ıstırabımızın sebebini burada aramak lâzımdır.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, A.e., s.142-143).
[3] Bu kitap Yakup Kadri’nin ölümünden sonra dosyaları arasında bulunmuş ve eşi Leman Karaosmanoğlu’nun girişimiyle 1976 yılında Milliyet gazetesinde dizi olarak yayımlanmış, Atatürk kitabının sonraki baskılarına eklenmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk Biyografik Tahlil Denemesi, İstanbul, İletişim, 2007, s.145-185.
[4] A.e., s. 146.
[5] A.e., s. 164.
[6] A.e., s. 165.
[7] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, , Ankara, İstanbul, İletişim, 2001, s. 136.
[8] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Bir Sürgün, Baskıya Hazırlayan: Atilla Özkırımlı, İstanbul, İletişim, 1987 (5. basılış; 1. baskı Ankara 1938); s. 298.
[9] Bir Sürgün’ü Yakup Kadri’nin sınıf kavramı çerçevesinde yazdığını öne süren bir inceleme için bakılabilir: Yılmaz Yücel, “Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bir Sürgün Romanında Devletin Sınıfsal Temsiliyeti”, Türkiye’yi Sınıf Gerçeğiyle Anlamak, 2. Sınıf Çalışmaları Sempozyumu, Yayına Hazırlayanlar: Başak Ergüder, Besime Şen, Fatma Şenden v.d., s. 256-263.
[10] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, a.g.e., s. 307.
[11] Şevket Süreyya Aydemir, Aktaran: İlhan Tekeli – Selim İlkin, Kadrocuları ve Kadro’yu Anlamak, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003, s. 252.
[12] A.e., s. 252.
[13] Yakup Kadri, Hasan Âli Yücel’e yazdığı bir mektupta Bir Sürgün için şunları söylüyor: “İki gözüm, ben bu romanımda Avrupa medeniyetini ve medeniyetlerini karşıma almışım, muhakeme ediyorum. Bu bir defa Türkiye’de milli ideoloji bakımından ilk hadisedir. Sonra bizde şuursuz garpperestliğin iflası vakasına, daha sonra (Jön Türklük) diye Türk inkılâpçılığı tarihine ait bir fasla yine ilk defa temas ediyorum. Ve daha sonra yine bu romanda (Avrupalı tipin) yeni bir definition’unu (tanım) ve Avrupa medeniyetinin tamamiyle kendi bakımından yeni bir izahını getiriyorum” (Aktaran: İlhan Tekeli – Selim İlkin, a.g.e., s. 427)
[14] A.e., s. 214.