Son dönemde ABD’yle yaşanan gerilimler içerde iki “taraf” arasındaki tartışmaları da alevlendirdi. Aslında taraflardan biri, yani genel olarak liberal cenah, bu gerilimde pek fazla şey söylemedi; ama yakın zamana kadar “ulus devlet artık aşıldı” görüşünde ısrar ettiklerini biliyoruz.
Diğer taraf ise çok daha ateşli: “Ulusalcılar” olarak bilenen bu kesime göre Amerikan emperyalizmi ulus devletleri parçalamak, yok etmek, bitirmek istiyor…
Ulus devlet de bu hengâmede herhalde “ben bittim mi, yoksa bitmedim de birileri bitirmek mi istiyor” sorusunun altından kalkmaya çalışıyordur.
***
Hemen söyleyelim: Ulus devlet bitmez, bitirilmez. Kapitalizm varsa, bitirmek isteyen de çıkmaz, “sönümlensin” diyen de...
Yaşadığımız dönemde ulus devletlerin egemenlik alanlarına kimi sınırlamalar getirilmesi, örneğin bağlayıcı kimi uluslararası sözleşmelerin taşıdığı hükümlerin “taraf devletlerin” iç hukukuna üstünlük taşıması, ulus devletin bittiği anlamına gelmez.
İstisnasız tüm devletlerin uyduğu varsayımıyla, örneğin 1929 tarihli Savaş Esirleriyle ilgili Cenevre Sözleşmesi İkinci Dünya Savaşı’nda yer alan ülkelerin ulus devletliğini ne kadar bitirmiş olsaydı, günümüzün sözleşmeleri de sayıca ne kadar çok olursa olsun, taraf ülkelerin ulus devletliğini o kadar bitirecektir.
Sonra, günümüzde bunca halkın devlet olma mücadelesi verdiğine bakılırsa, ya ulus devletin bittiğinin farkında olmadıkları ya da “hele biz bir kuralım, bak bu iş kökünden nasıl bitiyor” diye düşündükleri sonucuna varmak gerekir.
İşin temeli başka yerdedir.
***
İddiamız şudur: Dünya ölçeğinde bir olgu olsa da kapitalist üretim tarzı, bir sistem içinde eklemlenmiş ulus devletlere bugün de muhtaçtır. Uluslararası kapitalist bütünleşmenin ulaştığı düzey ne olursa olsun ulus devletler gene gereklidir. Çünkü uluslararası ölçekteki kapitalist üretim tarzına “temel” desek bile, bu temelin gene uluslararası ölçekte kendi üstyapısını üretmesi mümkün değildir. Üretim tarzı ya da temel ile üstyapı arasındaki zorunlu bağlantı ve bütünlük bugün de ancak ulus devlet ölçeğinde sağlanabilir.
Böyle olduğu, bırakın dünyanın tamamını, en ileri kapitalist ülkelerin oluşturduğu AB’nin bile gerçek anlamda bir “üstyapı” sunamadığı halde çatlamasından bellidir.
***
Diğer tarafa gelince…
ABD emperyalizminin dünyanın belirli bir coğrafyasına yönelik bölme-parçalama planları olabilir. Ancak buradan hareketle emperyalizmin yeni stratejisinin ulus devletleri yok etmeyi hedeflediğini söylemek mümkün değildir. Söylenebilecek olan, en fazla, emperyalizmin her yerde değil belirli bir coğrafyada, her biri kolay manipüle edilebilecek daha çok sayıda ulus devlet istediğidir. Tartışılabilir, ama buradan kalkıp “küresel strateji” genellemesine varılamaz.
Güzellemeler düzmeden ya da lanet okumadan şu ulus devletin belirli bir bağlamda nereye oturtulması gerektiğini anlatmaya çalıştık.
***
Ancak, tartışmanın daha ciddi itiraz gerektiren yönleri de var.
Birincisi: Geçmişte sömürge, yarı sömürge olan, askeri istilaya uğramış halkların bağımsız “ulus devlet” olmak için emperyalizme başkaldırmalarıyla günümüzün kapitalist ülkelerindeki işbirlikçi, gerici, işçi-emekçi düşmanı sınıf iktidarlarının emperyalist odaklarla girdiği it dalaşı arasında benzerlik bulmak en hafif deyimle izansızlıktır.
İkincisi: Ayrım çizgisi çok net çekilmelidir. “Bu ülke bizim ülkemiz” demekle “bu devlet (ne de olsa) bizim devletimiz” demek arasında dağlar kadar fark vardır. Sosyalizm öncesinde sosyalistlerin ülkeleri, halkları olur, ama devletleri olamaz. O devlet hangi emperyalist ülkeyle hangi konuda papaz olmuş gibi görünürse görünsün, olmaz.
Ulus devlet, sosyalistler için kutsal bir varlık, üzerine titrenilecek bir değer değildir. Neticede sosyalistler açısından önemi de değeri de vatandaşları olan işçiler ve yoksullarla birlikte iktidar mücadelesi verilebilecek ölçek olmasından kaynaklanır.
Son olarak: Devleti değil ülkeyi gözettikleri için sosyalistlere “vatansız” diyenler olduğunu biliyoruz.
Bunların kapıkulu taifesinden olduklarını da…