Karşı tarafa “akıl” olarak atfedilebilecek fazla şey kalmadıysa, yaşanmakta olan süreçlerin nereye varabileceği konusunda “akıllıca” değerlendirmelerin de sınırları olacaktır.
Türkiye’de geleneksel “devlet aklı” artık yoktur. Bu yokluk, siyasi süreçlerde uçlara gidişin engellenmesine yarayacak bir merkezi iradenin aradan çekilmesi demektir. Hani devletin belirli uğraklarda toplumun sonu belirsiz bir dalaşma içinde berhava olmasını engelleyecek müdahalelerde bulunabildiği söylenir ya (Engels); işte artık öyle bir akıldan söz edemiyoruz.
Cenk Saracoğlu’nun bir paylaşımıyla devam edelim: “Önceden öyleydi belki ama şiddet, baskı ve tehdit bir siyasal projenin önündeki engelleri ortadan kaldırmanın aracı değil artık; korkutmak da değil mesele; hedef/değer-odaklı rasyonalitesi, ereği olmayan, bir siyasi projeyle ilişkili amacı kalmayan, salt imhayı önüne koyan bir süreç bu… Bu olan bitenin içinde, bir hedefi, son noktayı aramaya yönelik analizlerin artık gereksizleştiği bir durumdayız.”
Denecektir ki ne belirsizliği? Her şey ortada: Türkiye tek adam rejimine, açık diktaya gidiyor…
Evet, ama bu “belirlilik” gerçekten Türkiye’nin yakın geleceğinin de belirlenmiş olması anlamına mı geliyor? Sözü edilen rejimin Türkiye’ye bir istikrar, bu ülkede neyin beklenip neyin beklenemeyeceğini ortaya koyan bir oturmuşluk getireceği söylenebilir mi?
***
Bugün Türkiye belirli bir açıdan bakıldığında 27 Mayıs (1960); 12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980) ertesini andıran bir dönemden geçmektedir.
Her birinde “işte şimdi bulduk” denmiştir. Ülkede kendilerine göre istikrar arayanlar her dönemecin ardından getirilen düzenlemelerle aranılan istikrara ulaşılabileceğini düşünmüşlerdir. Bugün de öyledir ve “başkanlık sisteminin” ülkeye istikrar getireceği söylenmektedir.
İtiraz gelebilir: “Ama bu üç dönemecin her birinde emperyalist odaklar, sermaye sınıfı ve devletin yerleşik kurumları icabında mevcut siyasal yapılanmaları da gözden çıkaran bir mutabakat içindeydiler; bugünse belirli bir siyasal yapılanma kendi doğrultusunu başkalarına dayatmaktadır… Önemli bir fark değil mi?”
Böyle bir farklılık elbette vardır; ama sanıldığı kadar önemli ve belirleyici değildir. Farklılığı yaratan da, onu görece önemsiz kılan da dünya kapitalizminin bugünkü durumu ve iyice parazitleşen bir sınıfın kendi siyasal temsilcilerine tanıdığı geniş serbestlikler alanıdır.
Günümüzle geçmişteki üç dönemecin karşılaştırması diyorsak gözlerimizi başka bir yere çevirmemiz daha yerinde olacaktır.
***
Önereceğimiz yaklaşım şöyle:
27 Mayıs sonrası için düşünülen çerçeve, 1960’larda önce TİP’in, ardından devrimci-sol-sosyalist akımların yükselişiyle zorlanmış, hatta yer yer kırılmıştır.
Solun onca baskıya rağmen beklendiği gibi sinmemesi, ama en az bunun kadar önemli bir etken olarak CHP’deki yenilenme ve birlikte gelen “sol dalga”, 12 Mart’la Türkiye’ye biçilen dar elbiseyi yırtmıştır.
12 Eylül sonrası için düşünülen Milliyetçi Demokrasi Partisi modeli ise 1983 seçimlerindeki ANAP ve Halkçı Parti başarısıyla boşa düşmüştür.
Burada önemli bir açıklama gerekiyor: İlk ikisinde, biçilen dar elbiseyi düzen karşıtı dinamikler yırtmışken, üçüncüsündeki niyeti boşa çıkaran asıl etmen, Evren-Sunalp modelinin düzenin diğer unsurları tarafından tercih edilmemesi olmuştur.
Her durum için kıssadan hisse çıkarılması mümkündür: Düzenin Türkiye’ye biçtiği her elbise bir yerinden sökülmekte, parçalanmakta, kısa süre içinde sorunsuz biçimde sürdürülebilir olmaktan çıkmaktadır.
Günümüze ve sola gelirsek?
***
Üçüncüsünden başlayalım: 1983’te Evren-Sunalp modelini boşa düşüren güçlerin bugünkü rejimin gidişine dur demesi hiç düşünülmemesi gereken bir olasılıktır. Birinin yapabileceklerinin sınırı vardır, diğeri teslim vaziyetindedir.
İkincisine gelirsek, “tabanı” ayrı, ama bugünkü mantalitesi ve yönetimiyle CHP’nin 1973 sonrası CHP gibi elbise yırtıcı ve dalga yükseltici bir rol üstlenmesi hiç mümkün görünmemektedir.
O zaman ilkine dönüyoruz ve “bakın, buna benzer bir şey olabilir” diyoruz…
Olabilir ve olması gerekir dediğimiz, solun, 27 Mayıs sonrası ortamı andırır şekilde, sınıfa, aydına ve Kürt demokratlarına uzanarak, kendi içinde yürüteceği verimli tartışmalarla, ses getirici düzen (sadece AKP değil) eleştirileriyle ve en önemlisi mümkün olduğu yerlerde gerçekçi harmanlanmalarla birlikte toparlanmasıdır.
Ne yazık ki “mutlaka olacak” diyemiyoruz; olabilir, olması için pek çok koşul var diyoruz.
Olursa, sol bu kez 12 Eylül sonrası yapılanmadaki etkisizliğinin acısını çıkardığı gibi 60’lar ve 70’lerdeki etkisini yeniden canlandırabilecek, dahası düzene yönelik her tür eleştiri ve karşı duruşun kurucu unsuru ve cazibe merkezi konumuna gelebilecektir.