TÜSİAD ve istikrarın diyalektiği!

İş dünyası "istikrar istikrar..." diye diye bu güne kadar geldi. Bir de, sık sık seçim yapılmasından hep rahatsız olmuşlardır. TÜSİAD başkanı son konuşmasında son dönemde yılda bir seçim yapıldığını, ülkenin seçim yorgunu olduğunu söylüyor. Türkiye yönetici sınıfı aslında 1960'tan bu türden nakaratları söyleyip duruyor. Anayasa geniş geldi diyorlar, değiştiriyorlar. Seçim kanunu fazla orantılı deyip, değiştiriyorlar. Sendikalar fazla güçlendi, sürekli grev yapılıyor deyip, sendikalaşmayı engellemeye çalışıyorlar. "Marjinal" ve "radikal" partileri engelleyelim deyip, seçim ve partiler yasasını değiştiriyorlar. Muhalif düşünceleri tehlikeli buluyor, aydının, işçinin, gazetecinin sesini kısıyorlar. Milletvekili kürsüden fazla konuşmasın deyip, meclis iç tüzüğünü değiştiriyorlar. Bunları hep "istikrar" için yapıyor, istikrarsızlık yaratıyorlar, sonra yine “istikrar istikrar!...” diye bağırıyorlar.

Her istikrar arayışının sonu, daha fazla istikrarsızlık, daha fazla geriliktir. Her alanda gerilik, teknolojimizden üniversitelerimize, entelektüel yaşamdan medyaya, konuşma dilimizden dünyayla bağlantı biçimimize kadar gerilik, tuhaflık, bönlük, zamana aykırı yaşamak.

Türkiye kalkınma sorununu, Kürt sorununu, genel olarak demokrasi ve ekonomi sorununu çözemiyor. Bu gidişle çözemez de. Çözebilecek insandır, farklı, yaratıcı, özgür, bilgili, eğitimli insandır, ama, bu insanın kökünü kurutmak için ellerinden geleni yaptılar. Şimdi, büyük, köklü sorunların çözümü için, en ilkel çözümleri öne sürüp, yanında da yine sadece istikrar demekle yetiniyorlar.

TÜSİAD'ın dünya görmüş iş adamları ve iş kadınları, teknolojinin, ekonomik kalkınmanın arkasında neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardır. Bunun için her türden konferanslar, toplantılar yapıyor, danışman kullanıyorlar. Hatta aralarında bazıları üniversite de kurdular. İstanbul'da üç beş adet vardır. Kadrolarını da Amerika ve İngiltere'de lisans üstü eğitim almış akademisyenlerle doldurdular. Belli ki, ülkenin gereksinim duyduğu bilgiyi ve bu bilgiyi temel alan politikaların geliştirilmesine katkı yapmak, hatta bu konularda öncülük yapmak da istiyorlar. Kusura bakmasınlar, bu alanlara yatırdıkları sermayeleri boşa gitmiştir. Ekonomistleri sadece piyasa uzmanı, siyaset bilimcileri sadece "olgular" ve moda sorunlar üzerine anket yapan, en ilkel anlamda "empirisist" akademisyenlerdir. Bu kişilerin toplumsal bütün, çelişki, çatışma, aşma, dönüşüm, toplumsal sınıflar, tarihsel gelişim, ekonomi politika ilişkisi üzerine kavramsal düşünme yetenekleri ya yoktur, ya da sınırlıdır. Ama görüntüyü tarif etme konusunda uzman oldukları kesin. Kimlikler, Avrupa Birliği süreci, demokratik gelişme ve ekonomik kalkınma, politik istikrar-ekonomik istikrar ilişkisi, merkez bankasının bağımsızlığı...

Haksızlık etmeyelim, iş adamları ve kadınları, akademisyenleri, elbette ekonomi, rekabet, teknoloji, “katma değer” ve marka ilişkilerini çok iyi kavramışlardır. Büyük firmalar örneğin ARGE amaçlı yatırım yapıyorlar. İyi de, o yaratıcı, farklı düşünebilen mühendisi, tasarımcıyı, işletmeciyi nereden bulacaklar? Bu yeteneklerin gelişeceği politik ve toplumsal ortam mı var? İstikrara diye diye, yaratıcılığın ortamı ve koşulu olan özgürlüğü, eşitliği, yok ettiler Eşitsizlik, pek çok yaratıcı bireyin en başta elenmesi demektir. Elenmeyenlerin yaratıcılılığı da sınırlıdır. Çünkü, geniş ve yaratıcı, özgür bir toplumsal ortamdan mahrum kalırlar.

İstikrar tam olarak nedir? Bunun tanımını tutarlı biçimde, yapamazlar. Yaparlarsa, kendilerini inkar ederler. Politik istikrar, özgürlük, eşitlik, adalet gerektirir. Ama bunlar ekonomik istikrarı yıkar. Çünkü, bu durumda emekçiler, sosyalistler, aydınlar, hemen örgütlenir, hemen konuşmaya başlarlar. Özgür ve bağımsız medya da her şeyi yayınlar. Yurttaşlar da herşeyden haberdar olur. Farklı ve hatta tehlikeli düşünceler dolaşıma girer, yaygınlaşır. Bu durumda ekonomik istikrarı nasıl sürdürecekler? Çünkü baskılanan, "marjinalize" edilenler kamusal alanı kaplayacak ve o kadar da "marjinal" olmadıklarını göstereceklerdir. Milyonlarca insanın işsiz, milyonlarca çalışanın açlık sınırında, milyonlarcasının asgari refahın altında olduğu bir ülkede, özgürlük tehlikelidir, yıkıcıdır. Anlayacakları biçimde yazalım, bu koşullarda, ne demokrasi ne de politik istikrar olanaklıdır.

Özal'dan bu yana, en başta TÜSİAD şürekası, demokrasi olmadan ekonomik kalkınma olmaz şiarını benimsediler.  Çünkü, gelişmiş ülkelerin aynı zamanda demokrasisi gelişmiş ülkeler olduğu gözlemi yapılıyordu. Hala da yapıyorlar. İyi de, Türkiye demokrasisini geliştirirse, kapitalist ekonomi tepe taklak olacak. Avrupa ve Amerikan demokrasileri ve gelişmiş kapitalist ekonomileri arasında bulunan ilişkiyi anlamak için, bir sınıf tarihi bilmek gerekir. 19.yüzyılın ortalarından itibaren oralarda güçlü bir sosyalist mücadele, örgütlenme, entelektüel birikim vardır. Oralarda, liberal demokrasi gelişirken, sosyalist mücadele de vardı. Ayrıca, bu "gelişmiş" demokrasi ve ekonomiler, aynı zamanda "emperyalist" ülkelerdi. TÜSİAD'çıların anlayacağını umarak yazalım, bu ilkeler sosyalist mücadelenin kazanımları yanında, "emperyalist rant" denilen "ilave karlar"la demokrasilerini "sübvanse" ettiler. Bize inanmıyorlarsa, Lenin'e hiç inanmazlar, ama, Avrupa işçi sınıfına aktarılan kaynakların arkasında sadece yerli kapitalistlerin, akılcı yatırımları, ARGE faaliyetleri, iyilik severlikleri, bulunmuyor.

Türkiye'de kapitalist olmak istemezdik. Çaresizler, ne kapitalizmi ne de onun politik üst yapısını biliyorlar. Bildikleri sadece "istikrar" ve AB türü projelerdir. Türkiye'de ekonomik istikrar yoğun bir devlet baskısını gerektiriyor. Ama, bu zor yoluyla gelen istikrar bile, ekonomik istikrarı yaratamıyor. Türkiye’de bu devletin yöneteni de olmak istemezdik.

"Demokrasi sorununu çözsek ve politik istikrar yaratsak, acaba ekonomik kalkınma ve istikrar da olur mu" sorusu, TÜSİAD ve uzmanlarının sıkça sorduğu bir sorudur. Demokrasinin genişletilmesi ve ekonomik kalkınma! Yukarıda bunun olanaklı olmadığını belirttik. Peki, ekonomik istikrar olsa, politik istikrar gelişir mi?

Bu sorunun yanıtını bilindiği üzere TÜSİAD şöyle verir: Dışarıdan sürekli sermaye gelirse, yatırımlar artarsa, işsizlik azalacak, gelir artacak, demokrasi de gelişecek! Ama bunun için dış dünyanın güvendiği bir ülke olmak gerek. Devlet hukuk devleti olmalı, yargı bağımsız olmalı, askeri müdahale olasılığı bulunmamalı... Biraz da eğitimi vs. düzeltirsek, tamamdır. Elbette, ne olduğunu bizim tam bilmediğimiz "yapısal reformlar" yapılmalı. İşte tüm bunlar için de, Türkiye AB üyesi olsa çok iyi olur!

Ekonomiyi düzeltip politikayı düzeltiyoruz, ya da düzeltilmiş politikayla, ekonomiyi düzeltiyoruz. Zenginlik arttıkça demokrasi gelişecek, demokrasiyle zenginlik daha da artacak!

Eski solcu baba Altan ve liberal solcu çocuk Altanların son otuz yılı, AB'yi, Yunanistan'ı anlatarak geçmişti. Bir de Paker isimli bir bilge adamları vardı. Yazılar, konuşmalar, raporlar, araştırmalar, propagandalar... Ama Yunanistan şanslıymış. İşçi sendikaları sosyalist partileri vardı ve güçlüydü. Ama, bu da yetmedi. Artık Yunan halkının sokağa dökülecek hali bile kalmamıştır. Sahip olduklarını kaybettikleri gibi, hala boğazlarına kadar da borçlular.

TÜSİAD istikrar isterken, istikrarı kur, para ve fiyat istikrarı olarak anlıyor, ama "yapısal reformlar" da da ısrar ediyor. Elbette, demokrasiden eğitime, teknolojiye, dış politikaya kadar koca koca çalışmaları ve koca koca lafları vardır. "Gender" konusunda bile oldukça duyarlı olup, isminde değişiklik bile yapmıştır. İçlerinde çok duyarlı, bilgili, eğitimli kişiler bulunuyor. Ama, şu "sınıf",  "sömürü", "artı değer", "birikim krizi", "aşırı üretim krizi", "tekel rantı", "sınıf mücadelesi", "sınıf ideolojisi", "kapitalist devlet" gibi kavram ve kuramları bilemediler, bilemezlerdi de. "Sermaye" kavramını bilmeden, bilmeleri de gerekmez zaten, sermaye sahibidirler ve sermaye üretip duruyorlar. Marks Kapital’de, sermayenin kapitalistlere de baskı uyguladığını, onlar için de yabancı bir güç olduğunu yazar. Ama, bizim kapitalistler sermaye deyince "üretim faktörlerinden" birini görmenin az ötesine bile geçemediler. Örneğin “human capital” kavramını öğrendiler, ama, orada kasıt, verimliliğin arttırılması için insanı niteliklerin sermaye haline getirilmesidir. Hep gördükleri ise, istihdam ettikleri akademisyenleri gibi, yine sadece görünenlerdir ve hep inip çıkan her türden metanın fiyatlardır. Aşırı iniş çıkışlar, dalgalanmalar, istikrarsızlıktır. Politikada ise, TÜSİAD başkanın dediği gibi, her yıl seçim yapılması örneğin, (ya da koalisyonlar) bir istikrarsızlıktır. Doğrudur. Ama, bu ekonomiden politik istikrar çıkar mı? Bir türlü çözemediğinizi kalkınma sorunuyla, sürdürülemez bir gelir dağılımıyla politika, istikrar, demokrasi?

Ne yazık, Türkiye artık kalkınma ve demokrasi sorununu birlikte çözebilecek bir ülke olma olanağına sahip değildir. Az da olsa, 1960'larda, 1970'lerde bir olasılık vardı. Yoğun bir sanaiylişme ve demokratik gelişim, bir tür "sanayi demokrasisi" yaratabilirdi. Ama tam da bu olasılığın belirmeye başladığı bir dönemde, faşizm denemelerine girişilmiştir. Ne ilginç, TÜSİAD da o sıralarda kurulmuştur! TÜSİAD’ın kurulması büyük iş adamlarının CHP ile bile bağlantıyı kestiği, soldan korkunun arttığı yıllardır.

Demek oluyor, kalkınma ve demokrasi birlikte gelişebilirdi, ama o zaman partileriyle, sendikalarıyla güçlü bir sol da olurdu. Ama o zaman TÜSİAD da birazcık solcu olurdu. Aradan elli yıl geçti, TÜSİAD ve şürekasının soldan korkusu epey azaldı ve birazcık daha demokrasi, hukuk, adalet talep edebiliyorlar. Niye, istedikleri için değil, politik istikrarın ekonomiye katkı yapacağını düşünmelerinden. Çünkü her ilerleme mutlaka onların yararına da olmalı!

***

Sakıp Sabancı, Erdoğan'la birlikte yeni bir Özal trenine biniyoruz dediğinde, politikaya "istikrar" gelmişti onun için.  Sabancı bu bilinçsiz iyimserliğiyle Türkiye'de politik ve ekonomik istikrarın birlikte gelişebileceğine ilişkin TÜSİAD hayalini de dile getirmiş oluyordu.

Açıktır, Sabancı tek değil iki trenden bahsediyordu. Demokrasi treniyle, kalkınma treninden...

Yukarıda yaptığımız yorum ve tespitlere göre, iki tren birbirine doğru hareket etmektedir.

Biz çarpışmanın mekanik değil, diyalektik olmasını isteriz. Bu da diyalektik olarak "aşma" süreci gerektiriyor. 

Olasılık ve olanakları TÜSİAD için basitleştirelim ve "karşılıksız” özetleyelim:

Tez:kalkınma, kalkınamama (kendi içinde bir sentez)

Anti-tez: demokrasi, otoriterlik (kendi içinde bir sentez)

Çelişik Sentez: kalkınma ya da demokrasi (yeni tez); kalkınamama ve otoriterlik (anti-tez)

Dolayım 1: Faşizm: Çelişkinin aşılması 1: Kalkınma var ama faşizmle birlikte (bu kara tren geçmişte geldi gitti, ileride alttaki dolayımla ilişkili olarak ciddi ciddi gelebilir)

Dolayım 2: Sosyalizm: Çelişkinin aşılması 2: Kalkınma var ama sosyalizmle birlikte (demokrasi var ama sadece çalışan sınıflara). (Kısa vadede korkmaya gerek yok!)

Dolayım 3: Kalkınma ve demokrasi (yüksek miktarda emperyalist rant ya da tekel rantı gerektirir, bu da Türkiye'nin elde edemeyeceği bir olanak).(ARGE mi? Herhalde beyaz eşyayla kalkınma olmaz! Hele on yıllardır başkalarının araba ve lastiklerini üreterek hiç olmaz. -Bisküvi mi? Haa, o olur işte!).