“Ağla sevgili memleket!”…
“Yazık Türkiye’m, hem de çok yazık…”
Gerçekten çok mu dramatik? Abartıyor olamaz mıyız?
Böyle diyecekler zahmet edip on yıl öncesinin Türkiye’sini düşünsünler. O dönemde bu ülkenin çağın genel trendlerini okuyan mahirane politikalarla uluslararası camiaya satabileceği bir hikâyesi vardı...
Gözler Türkiye’nin üzerindeydi… Güçlenen ekonomisi, hep bilinen coğrafi konumu ve Atatürk Havalimanı’nın uluslararası hava taşımacılığındaki önemi ötesinde, kültürler ve medeniyetler arasında gerçek bir köprü olabilirdi…
Bunlar sadece bizim siyasetçilerimizin boş böbürlenmeleri değildi; örneğin AB de Türkiye’nin potansiyelini görüyor, belki de biraz kıskançlıkla hakkını teslim ediyordu…
Yeni binyılın paradigmasını ilmek ilmek ören eller arasında bizim ellerimiz de olabilirdi.
Ama sonra ne olduysa oldu…
Türkiye, evrensel diyalog, komünikasyon ve akültürasyon okyanusunda pupa yelken yol alma fırsatları varken bugün ne yazık ki kendi sığ iç sularında çırpınır duruma düşmüştür.
Soruyoruz: Şairi “o hale” getiren güzel havalar olabilir; peki Türkiye’yi OHAL’e, bugünkü kısır çatışma ve kamplaşma ortamına ne, kim, nasıl getirmiştir? Bu soru karşısında herkesin peşin hükümlerden sıyrılarak serinkanlı ve aklıselim düşünmesinde sayılamayacak kadar çok fayda vardır.
Bir görüşe göre, günümüz dünyası bir dönem el üstünde tuttuğu değerlerden yüz geri ederek geçmişe dönmüş, gülün dikeni gibi küreselleşme süreçlerinin dikeni olan mikro-milliyetçiliği o çoktan aşılmış olması gereken ulus-devlet ölçeğinde yeniden üretmeye koyulmuştur. Üstelik bu öyle geçici değil kalıcı bir eğilim ve yönelimdir…
Biz bu görüşü fazla karamsar buluyoruz.
Belki “iyimser” denecek, ama yukarıdakinin tersini düşünüyoruz.
Dünyamız bundan 20-25 yıl kadar önce, yaklaşık üç yüzyılın birikimi olan siyasal, ideolojik ve kültürel mirasla köklü bir yüzleşme ve hesaplaşma yaşamıştır. Bu, ekonomiye, sermaye hareketlerine, sınıf çelişkilerine vb. indirgenmesi mümkün olmayan bir yüzleşme ve hesaplaşmaydı. Epifenomenal bir olgu değildi; bu kadar kısa bir sürede buharlaşmayacak kadar da katıydı…
Sonuçta diyoruz ki bugün dünyada geçici bir dönem yaşanmaktadır; o köklü yüzleşme ve hesaplaşmanın değerleri yeniden canlanacak, dünyaya bir kez daha damgasını vuracaktır.
“Interregnum” deniyorsa bu anlamda vardır…
Ve binyıl hesaplaşmasının buharlaştığını düşünenler fena halde yanılmaktadır… Restorasyon er geç gelecektir…
O gelmeden biz Türkiye’ye gelirsek…
Yukarıda çizilen çerçeveden bakıldığında ülkede bugün yaşanan durumu, toplumun son 10 yıldır kurtarıldığı 80 yıllık vesayet bağımlılığı sonrası sergilediği bir tür delirium tremens olarak teşhis etmek mümkündür.
Garip ve üzücü olan ise delirium tremens semptomlarını “kurtaranın” da sergilemeye başlamasıdır.
Evet, yanlış duymadınız, sütten çıkmış ak kaşık saymadığımız mevcut iktidara da söyleyeceklerimiz var.
Bugünkü siyasal iktidar, geleneksel, muhafazakâr değerlerini sımsıkı sahiplenen, ama aynı zamanda küreselleşen dünyadaki genel trendlerin farkına varıp bunun bir parçası olmak isteyen, dışarıda kalmaktan korkan toplum kesimlerinin nabzını tutup gereğini yaparken, geçmişten gelen koşullanmaların yarattığı “acaba benim yaşam tarzıma karışırlar mı” kaygısı içindeki modernleşmiş üst-orta sınıflarda sıkça görülen travmatik değişim algısını gidermede ne yazık ki başarılı olamamıştır.
“İkisini birden nasıl yapabilirdim?” diye mazeret aramaya kalkmasın.
Zaman, ruh çağırmanın değil zamanın ruhunun karşılığını verebilecek siyasileri göreve çağırmanın zamanıdır.
Referandum sonucu umarız bunun için bir vesile oluşturur.
Bugün 1 Nisan…
Yukarıda okuduğunuz yazı da bir “1 Nisan şakası” olarak düşünülmüştür. Biz “şaka” diyoruz; ama terimin orijinalinde “enayilik” denmektedir. Bu açıklamaya kadar yazıyı ciddiye alanlar kusura bakmasınlar.