Tren yakalamaca
Risk almadan kazanmanın bir yolu olsaydı, elbette cesarete ihtiyaç kalmazdı ama böyle bir yol yok ve hiç olmayacak.
İnsanın çocukluğuna dair kimi anılarıyla hemhal olması, zamanın içinde yolculuk yapmasını ve o güne ait duyguları yeniden yaşamasını sağlıyor.
Hatırlamaktan mutluluk duyduğumuz, hatırlamaktan üzüldüğümüz çok şey olduğu muhakkak. Geçmiş ile gelecek arasına sıkışmış anıların toplamı, onları iyileştirme, onarma ve yaşanır kılma sürecini de içinde barındırıyor. Acıları iyileştirmek zor, hatırlamak sancılı. Bazen de, bir tebessüme sığacak kadar sıcak olmasını sağlayan şey ise size ait olmasıdır. İnsanın anıları kendisinin ikizidir özetle.
Geçmiş ile gelecek arasında kurduğumuz bağ, hem iç hem de dış yolculuğumuzu ve yaşadıklarımızı birbirine bağlar. Bu, insanın kendisi olma yolculuğudur aynı zamanda.
“Treni yakalamak” adını verdiğimiz çocukluk oyunumuz benim için bunlardan biridir.
Herkesin birbirine benzediği, birbirine dönüştüğü yerdir kasaba. Sıradanlığın insanın üzerine bir leke gibi yapıştığı, zamanın ağırlaştırdığı ve yapacak bir şeyi olmayanların birbiriyle uğraştığı, birbirine hapsolduğu yerdir orası. Mekan ve zaman kavramının silikleştiği, tadın, kokunun, yaşam sevincinin ayıplandığı ve duyguların birkaç cümleye sığdığı yerdir kasabalar. “Şahane” sanılan kasaba yaşamının, yeterlilik duygusuyla özendirildiği yerdir ve tüm bunları bozan tek şey, çocukların oyunlarıdır. Kasabanın tek yaratıcısı onlardır. Tehlikeli olanı, bir oyuna dönüştürebilecek yeteneği sağlayan şey ise mecburiyetlerdir. Çocuklar mecburiyetleri ortadan kaldırabildiği için öngörülemezdir çünkü.
“Treni yakalamak” oyunumuz böylesi bir yaratıcılığı barındırıyordu. Bir meydan okuma olarak da görülebilir elbette. Meydan okumanın kurallarını siz belirlediğiniz sürece, riski olabildiğince azaltırsınız. Eğer siz belirlemiyorsanız, kurduğunuz oyunun kurbanı olmanız çok olasıdır.
Oyunumuz basitti. Treni gireceği tünelin önünde beklemeye başlardık. Tren ileride görününce hazırlanır, yaklaştığında tünelin içine doğru koşmaya başlar, tünele girmeden bağırttığı düdüğü ortalığı inlettiğinde hemen, tünelin kenarındaki boşluğa boylu boyunca uzanırdık. Trenin rüzgarını tüm bedenimizde hisseder ve yanımızdan tüm hızıyla geçip gittiğinde, uzandığımız yerden ayağa kalkar ve meydan okumamızın zaferini arkasından bağırarak kutlardık. (Tren düdüğünün bize yaklaştığında artan sesinin, bizden uzaklaşırken azalmasına “doppler etkisi” dendiğini yıllar sonra öğrenecek ve bu anıyı onunla da hatırlayacaktım.)
Kasabanın sıradanlığı, vasatlığı ve sinikliği bu “meydan okuma” halimizle o anda yerle bir olurdu. Bu meydan okuma tehlikeliydi evet ama risk almadan hayatta hiçbir şeyin değişmediğini, değişmeyeceğini bu oyunla öğrenmiştim.
Demirtaş “Seni başkan yaptırmayacağız” dediğinde bu riski almıştı işte. Cesaretin bulaşıcı olduğunu söylediğinde de haklıydı. Bu, kimilerine “büyük resim” içinde anlamlı gelmeyebilir, dudak bükenler olabilir “ama”, “fakat” diyerek ödediği bedeli “ahmakça” bulabilir. Ancak, siyasi kasabalılığın sinikliğini, vasatlığını ve cesaret edemediğimiz “şahane” hayatlarımızı sarstı o. Yüzleşmekten kaçtığımız müesses nizamda kocaman bir delik açtı ve iktidar hala o deliği kapatmaya çalışıyor.
Gücü rahatsız etmek, gücü elinde tutanın vurdum duymazlığını sarsmak, sistemin “beka” üzerine kurulu yalanlarını açığa çıkarmak, adaleti, özgürlüğü anlamlı kılmak ve en önemlisi trene meydan okumak az şey olabilir mi?
Hem hayatlarımız, hem de siyaset yapma biçimlerimiz üzerine kurduğumuz statükoların, cesareti elimizden aldığını, -mış gibi yaparak ölü balık taklidi yaptırmaya alıştırdığını bilmiyor muyuz?
Kurduğumuz cümlelerin alt metinlerinde biriken çöpleri, bir mafyaya umut bağlamamızı, yaşanılan her şeyi magazinleştirip, popüler ve görünür olmanın aracı haline getirme becerimizi sorgulamak gerekmiyor mu?
Gelecek hayalimizi elimizden çalıp, kendileri için kullanışlı hale getirmeye çalışanlara karşı kurduğumuz cümlelere edilen itirazlar, korkularımızdan bağımsız mı?
Müesses nizamı değiştiremediğimizde, dönüştüremediğimizde, dürüstçe inşa edemediğimizde, o nizamın Kılıçdaroğlu’nu bile katilimiz haline dönüştüreceğini bilmiyor muyuz?
Demirtaş’ın siyaset ve şiddet üzerine yaptığı eleştiri, işte bu nizama dikkat çekmiyor mu?
Gezi tutsakları için TİP’li Milletvekillerinin köprüye astığı pankarta “restorasyon işi” diyerek, kımıltısızlığını politik doğruculuğa yedirenlerin kasabalılığı, bu müesses nizam ve statüko ile ilgili değil mi?
Treni yakalamaya cesaret etmeden, o meydan okuma ruhuna sahip olmadan, yarını kazanamayacağımız çok açık.
Risk almadan kazanmanın bir yolu olsaydı, elbette cesarete ihtiyaç kalmazdı ama böyle bir yol yok ve hiç olmayacak.
Hepimizi kasabalı sıradanlığına hapsetmeye çalışanlara karşı, “sözümüz var” diyerek meydan okumak belki treni durduramayacak ama cesaret edenler çoğaldıkça, iradesine sahip çıktıkça, inadını örgütledikçe, gücü kötülüğe kullanmak isteyenlerin önünde devasa bir set olacak.
Az şey mi?