TİP’in yükselişi ve sosyalist strateji-II: Ölçek ve özne
Düzenin merkez sağ ve sol muhalefet güçlerinin bile harekete geçmesi için ufukta sermaye ilişkisinin merkezi rolünü, kurucu bir anti-kapitalist sosyal kurtuluş praksisiyle yıkma potansiyeli taşıyan sınıfçı-devrimci bir hareketin belirmesi gerekir.
Cenk Saraçoğlu’nun “Strateji, sol ve TİP parantezi” başlıklı yazısıyla söyleşmeye bu hafta stratejinin ikinci ve üçüncü uğrağı dediği ölçek ve özne konusuyla devam ediyorum. Beşli sacayağına yöntemsel eklemelerimi saklı tutarak, onun önerdiği zihinsel patikadan devam ediyorum. Buradaki strateji tartışmasının devrime değil, Türkiye siyasetinin mevcut anında emekçi sınıflara, ezilenlere, mücadele alanlarındaki sosyal güçlere umut olmaya başlamış TİP’in orta vadedeki gelişimine ilişkin olduğunu belirtmek isterim. Yani, partinin üye, mevzi, olanak ve potansiyellerini, belli bir hız-vade-ölçekte yoğunlaştırmasıyla sınıfçı ve devrimci bir siyasetin (tıpkı birinci TİP gibi) etkisi uzun yıllara yayılacak hatırı sayılır bir politik aktör haline gelmesini sağlayacak niteliksel bir sıçrama yapması muradıyla yapılmaktadır. Aynı şekilde strateji tartışmasına dair söylediklerimizi, Gezi gibi Türkiye kapitalizminin gündelik seyrinde devrimci bir yırtık oluşturacak olası topyekün ayaklanma anında daha yakıcı ihtiyaç haline gelecek olan, sosyalist amaçları içinde taşıyıp, geniş bir sosyal-sınıfsal ittifakı kurmayı hedefleyecek bir geçiş süreci programı uğrağını tarif etmek için de akılda tutmamız gerekir. Bu geniş ittifakın geçiş programını yeni bir demokratik-sosyal cumhuriyet inşası anlamında bir karşı hegemonik proje olarak düşünülmesi gerekir.
Seçim süreci ve sonuçlarının içerdiği patlayıcı enerjilerin böyle bir geniş yırtık yaratma potansiyeli taşıdığını, buna hazırlıklı olmak gerektiğini belirtmek isterim. Bensaid’in dediği gibi düzenin oldubittileriyle kapatılamayacak, bu olupbitmemişliğin yırtığını büyütmenin koşullarını yaratmaya hazırlıklı olmak gerekir. (1) İktidarı hedefleyen sosyalist siyaset, yitip giden anları havada yakalayacak şekilde; beklenmedik gelişmeler karşısında tetikte olmayı, kısa sürede harekete geçecek mücadele grupları oluşturmayı, mümkün olan tüm direniş zeminlerini işlemeyi, tüm mücadele olanaklarıyla, propaganda silahlarını almayı bilecek bir seferberlik ruhunu gerektirir.
İlk olarak, geçen yazımda 11 temel gerçeklik üzerinden tarif ettiğim stratejinin anına ilişkin yazdığım şu özetleyici tespitle başlamak istiyorum. Toplumun ekseriyetle iktidar politikalarına ve kurulan otoriter rejime muhalif olduğu, bu muhalif çoğunluğun Gezi-7 Haziran seçimlerinden beri iktidarı siyaseten gayri meşru saydığı içinden geçtiğimiz anda, ülke yeni bir seçime doğru gidiyor. Düzen muhalefetinin iktidarı almaya dönük bir atılganlık göstermek yerine, Saray Rejimi'nin atacağı adımları beklediği, vaatlerinin iyice sönükleştiği, iktidar ve muhalefet arası ekonomi-politik farkların azaldığı buna karşın, iktidarın zaman zaman düğmeye basıp siyasi gerilim ve belirsizliği artırdığı bir siyasi tabloyla karşı karşıyayız.
ÖLÇEK TARTIŞMASINA: 3+2 TÜRKİYE MEKANSALLIĞINDAN BAŞLAMAK
Ölçeği tartışırken söze, İslamcı siyaset ve Kürt hareketinin 1990’lardaki yükselişinin konsolide olduğu 2000’li yıllardan beri, Türkiye’nin siyasi bakımdan üç farklı hakikat evrenine sahip olduğuna ilişkin çokça telafuz edilen bilgiyle başlayabiliriz. Buna göre, birinci Türkiye seküler-milliyetçi Güney ve Batı kıyılarıyla Trakya’dan oluşurken, ikincisi, milliyetçi-muhafazakarlığın damga vurduğu Kütahya-Afyon’dan-Elazığ-Erzuruma uzanan geniş Orta-Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerini kapsıyor. Seçimlerde HDP’nin birinci ya da ikinci parti olduğu Kürt illeriyse üçüncü Türkiye’yi oluşturuyor. Bu üçlü tasnif, belli analiz düzeylerinde anlamlı olsa da sosyalist siyasetin andaki strateji ölçeğini tartışırken, bu düze siyasi-idari harita yerine, Türkiye kapitalizminin sosyo-ekonomik kırılganlıklarıyla ve sosyal-sınıfsal mücadele dinamiklerinin yoğunlaştığı mekansallıkları da ortaya seren bir topografik haritaya ihtiyacımız var.
Bu haritanın merkezinde, geniş hinterlandıyla ülke nüfusunun yüzde 30’undan fazlasını barındıran ve gelişkin sanayi, hizmetler, finans, gayrimenkul, turizm-eğlence sektörleriyle geç kapitalizmin zamanını yaşayan İstanbul yükseliyor. İstanbul gibi geniş emekçi, mülksüz sınıfları barındıran, fakat içinde bulunduğu sosyo-politik hakikat evreninin gerçekliğinden de kopmamış İzmir, Ankara, Adana-Mersin, Bursa, Antalya, Eskişehir, Antep, Antakya gibi kentleriyse, büyük potansiyellerle yerellik arasında salınan büyükşehirleri de strateji ölçeğini düşünürken hesaba katmak gerekiyor. Sanayi, hizmetler, gayrimenkul sektörünün globalleşmesinin yarattığı fahiş emlak fiyatları, sosyal-kültürel birikimiyle turizm-eğlence altyapısının gelişkinliği, diğer iki Türkiye’yi de farklı yoğunluklarda barındırması, ayrıca hatırı sayılır sığınmacı-göçmen nüfusa sahip olması gibi faktörler sosyal-sınıfsal çatışma dinamiklerinin canlı olduğu söz konusu büyük şehirlere özel bir yönelimi ve de yüklenmeyi gerektiriyor. Bu kentleri sosyalist strateji açısından önemli kılan bir önemli faktör de Gezi ve sonrasındaki sosyal-sınıfsal mücadele süreçlerinde hatrı sayılır bir dinamizm göstermeleridir.
Sosyalist mücade açısından andaki yüksek sosyal çatışma potansiyelleri ve düzenin zayıf yanlarının kesiştiği sıçrama noktasını sıraladığımız mekansallıklara ait haritaları üstüste koyarak devam etmek akla yatkın gibi gözüküyor.
KESİŞİM NOKTASINDA BELİRGİNLEŞEN ÖLÇEK
Hegemonik kriz ve oligarşik iktidar blokunun meşruiyet sorunlarının yanı sıra, son aylarda İslamcılık ve neoliberalizmle helalleşen CHP’nin bıraktığı geniş muhalefet boşluğu, sosyalist siyasetin ülke ölçeğinde kurulmasını gerektirdiği açıktır. Kürt hareketinin ulusal, ulusüstü ve uluslararası ölçeklere aynı anda güç yığınağı yaptığı, sosyalist grupların çoğunun kendi örgütsel alanine yeniden üretmekle meşgul olduğu koşullarda bunu yapabilecek yegane güç TİP’tir. Bunun yanında, güç,olanak ve faaliyetlerin yoğunlaştırılacağı odak noktası anlamında, an’da cumhuriyetçilik, sekülerlik, sosyal adalet, eşit yurttaşlık ve bunlarla ilişkili hak ve özgürlükleri en fazla talep eden birinci Türkiye’ye yoğunlaşmak anlamlıdır. Bunu yaparken de topografik haritamızı gözetip, İstanbul’la büyük şehirlerin sola açık modern-seküler-kentli kesimlerini de bu ölçeksel yoğunlaşmaya dahil etmesi gerektiğini de belirtmek isterim.
Nitekim, muhalefete en fazla ihtiyaç duyulan anlarda TİP milletvekillerinin, bazen parti teşkilatlarını da harekete geçirerek yaptığı çıkış ve müdahalelerin en fazla yankı bulduğu yerler de birinci Türkiye’den başlayarak, bu üçlü mekansallık örgüsünün koordinatlarında yer alıyor. Nitekim, halkın ülke genelini ilgilendiren konulardaki kaygı, öfke ve çığlığına her geçen gün artan gürlükte bir sesle tercüman olabilmesi TİP’i ilgiyle izlenen ve üye sayısını son iki yılda 5 kat artıran etkili bir muhalefet partisi haline getirmiştir. Şimdi sempati halkasındaki kesimlerden ve emekçi sınıflardan TİP’i ana muhalefet partisi haline getirecek bir desteği talep etmenin vaktidir.
Rejimin ve otokratının nitelikleri nedeniyle yakıcılığını koruyan cumhuriyetçilik, laiklik, demokratik hak ve özgürlüklerle ilişkili sorunların yanında, sosyalistlerin varoluş nedeni olan bir gündem konusu daha vardır: Emekçi sınıflardan başlayarak, toplumu sınıf mücadelesi/savaşı zemininde birleştirecek talepleri sosyal özneleriyle birlikte kurgulayıp, yükseltmek. Sosyalist strateji aynı zamanda sınıf savaşının praksisidir. Bu savaşı layıkıyla vermenin yolu andaki güç ve olanaklarını yeniden değerlendirip, uygun zeminleri yeniden işlemek, kriz-isyan anlarında yeni şiar ve sloganlar geliştirip, ani değişikliklere hazırlıklı istihkam bölükleri istihdam etmekten geçer.
Emekçi ya da yoksullaştırılan halk çoğunluğu açısından, iki yıldır doruğa çıkan barınma ve beslenmeden başlayarak geçinememe sorununu merkezine alan bir mücadeleden, onu uvyerizm ve sendikalizme düşmeden, emekçilerin kendini değiştirerek ülkeyi değiştireceği bir özneleşme, kendisi için sınıf olma pratiğinden bahsediyorum. Başka bir ifadeyle, geçim sorununa dair talepler, toplumun işçi-işsiz emekçi-mülksüzleşen çoğunluğu açısından anda taşıdığı aciliyet/yakıcılığın yanında, sosyalizmin proleter öznesinin oluşumuna daha doğrudan katkıda bulunacak ve tüm mekansal parçaları birleştirecek birincil gündem konusudur.
Uzun lafın kısası, anda sosyalist strateji açısından kullanılmaya elverişli iki zayıf halka mevcuttur. Bunlardan ilki, Gezi’den beri gözümüzün önünde duran, İslamcısı-milliyetçisi de dahil toplum çoğunluğunun demokratik, laik ve sosyal bir cumhuriyete duyduğu özlemdir. İkincisiyse, yoksullaşma ve sömürüyü iliklerine kadar deneyimleyen emekçi sınıflar ve küçük burjuva katmanların umutsuzluk ve öfkesidir. İki zayıf halkanın kesiştiği mekan, İstanbul metropolüyle andığımız büyük şehirlerdir. Bu öfkenin seçimler öncesinde patlamaya dönüşmemesi için Saray Rejimi bir yandan bol keseden ücret artışları, destekler ve diğer vaatlerde bulunurken, bir yandan da bunları hem kendisi kuşa çevirmekte, hem de ticari düzenin yüksek fiyat artışlarıyla kadük hale getirmesine yol vermektedir. Dolayısıyla, halkın geçim gündeminin yakıcılığının güçlü bir alt akıntı biçiminde süreceği bir seçim sürecine girmiş bulunuyoruz. “Çocuğuna karne hediyesi olarak yarım kilo et alan anne” haberinin bu denli yüksek desibelli gürültü koparmasının nedeni, AN’da bütün büyük şehirlerin sokaklarını tutuşturacak umutsuz bir öfkenin, yeni bir topyekün halk isyanının kıvılcımının saklı olmasıdır.
ÖLÇEKTEKİ ÖZNELER: EĞİTİMLİ PREKARYA VE MÜLKSÜZ PROLETARYA
Toplumda eğitimli ve doğma büyüme kentli ücretlilerin ağırlığının hızla arttığı metropol-büyük şehirlerde sosyalist siyasetin yükünü taşıyacak iki toplumsal özneden söz etmek gerekiyor. Bunlardan ilki, yüksek eğitimli fakat düzensiz ve güvencesiz, süreli sözleşmelerle işbulabilen ücretliler, veya kendi hesabına çalışıyor gözüküp de fiilen büyük tekno-firmaların işçisi olanlardır. Bu kesimin sahip olduğu eğitim ve ailesiyle sosyal çevresinden gelen olanaklar havuzunun son yıllardaki hızlı-şok yoksullaştırma ve sermaye transferi uygulamalarıyla kuruduğu barizdir. Ölçekteki diğer özneyse; her türlü sosyal miras ve birikimden yoksun olan ve en fazla asgari ücretle çalışabilen işçi-işsiz mülksüzleşmiş proletaryadır. İstanbul’un ve diğer şehirlerin çeperleri ve hinterlandında oturup, iş bulabilen bu kesim, hiper enflasyonu çok yönlü bir sosyal bunalım şeklinde tecrübe etmesi nedeniyle, emekçi sınıfların düzenden en net biçimde kopabilecek bölükleridir.
Bunların mekansal ölçeğimizde zorlaşan yaşamları, mülk sahibi aile fertlerinin lüks yaşamları/zenginliklerinin dışa vurumları, sayıları hızla artan doğulu-Orta/yakındoğu ülkelerinden Rusya-Hindistan’a uzanan geniş bir coğrafyadan gelen zengin turistler ve yoksul göçmenlerle içiçe geçiyor. Despotik Saray Rejimi'nin polisiye tedbirlerle kontrol altında tutmaya çalıştığı bu denli karmaşık ve kaotikleşmiş kamusal-sosyal alanlarda patlayıcı enerjiler birikiyor. Bu kentsel alanlarda, yoksullaşanlarla-zenginleşenler-tanınmayan zenginlerle-mülksüzleşmiş göçmen emekçilerin hızlı bir döngü içinde karşılaşmalarının arz ettiği sosyal-sınıfsal kutuplaşmanın ciddi patlamalara gebe olduğu açıktır.
İki zayıf halkanın kesişmenin ötesinde üst üste bindiği mekanda iki sınıf bölüğü ve onların siyasi eğilim ve yatkınlıkları arasında ayrıştırmalar yapmak ve son kertede stratejinin içindeki merkezi halka olan proleter öznenin kendisini inşasına Leninist anlamda bir politik iteklemede bulunmakta hangisinin daha belirleyici olacağını saptamak kritiktir. Birinci halkanın öncü gücü olduğunu Gezi’den beri bildiğimiz yoksullaşan eğitimli prekaryaya yüklenmek kısa ve orta vadede vazgeçilmez ve ertelenemez bir mücadele ve örgütlenme görevidir.
Entelektüel ve sosyal sermayeleriyle eylem ve siyasal örgütlülüğe daha yatkın olsalar da neoliberal öznelikten kopup, sosyal-siyasal mücadeleler içinde antagonist bir sınıfa karşı sınıf tutumunu kararlı biçimde sürdürecek, kendi sosyo-kültürel ve sınıfsal konum ve konforunun ilgasını arzulayıp, bunun için fedakarca savaşacak bir konumdan uzaktırlar. Laiklik, cumhuriyetçilik, neoliberalizme karşı sosyo-ekonomik haklar, doğanın korunması, kadın özgürlüğü, LGBTİ haklarının tanınması gibi başlıklarda mücadelenin yükünü çeken bu küçük burjuva kesimlerin Paris Komünü’ndeki gibi, ya da Türkiye’de 1965-1971 arasında yükselen devrimci-sosyalist hareketlenme içinde safını devrimci proletaryadan yana seçenler gibi sosyal mücadeleye büyük katkılar sunacakları düşünülebilir.
An’da sosyalist siyasetin başarısını getirecek olan özne, hayatı durduracak etki yapacak eylemler yapma potansiyeli daha yüksek ve düzenden beklentisi daha az olan büyük şehirlerin kenar mahalleleri ve çeperlerindeki yarı-kırsal hinterlandda yaşayan mülksüz proletaryadır. Bu sınıf bölüğünün mücadeleye çekilip, özneleşmesi tersinden stratejinin başarısının da ölçütü olacaktır.
Sermaye ilişkisinin mor-yeşil-pembe göz boyamalarına daha karnı tok, ortak sınıfsal kader ve kıvanç ortaklığına daha yatkın olan bu kesimle buluşma imkanının 1990’lardan beri en yüksek olduğu bir andayız. Ani ve şok yoksullaşmanın sosyal bunalıma sokması yüzünden iki yıldır AKP’den mesafelenen, önemli bir kısmı Yeniden Refah Partisi (YRP) benzeri ara duraklarda duruyor gözükse de sahada araştırma ve gözlem yapanlardan bu kesimin daha büyük bir kısmının oy kullanmayacağı, sola açık proleter kesimler arasında da TİP’e belirgin bir ilgi olduğuna ilişkin bilgiler ediniyoruz. Bu anlamda, söz konusu proleter kesimi mücadele seferberliği içinde örgütleme/özneleştirme noktasında tarihsel bir fırsatın ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu fırsatı değerlendirmek, sosyalist strateji açısından etkileri uzun döneme yayılacak niteliksel bir sıçrama olasılığını ciddi düzeyde artıracaktır.
REJİMLE MÜCADELEYE DAİR BAZI YANILSAMALAR
Solda da Emek ve Özgürlük İttifakı'nda da genel eğilim, Saray Rejimi ve onun inşasıyla artan siyasal baskılar, devlet şiddeti, kesintisiz savaş, gençlerin geleceksizleştirilmesi, kadına karşı şiddetin önünün açılması, LGBTİ+’ların günah keçisi ilan edilmesiyle, emekçi sınıfların geçineneme gündem ve mücadelelerinin kesişimselliğini yakalama kaygısı ön plandadır. Birbirine eşit olmayan sömürü ve tahakküm altına alınma tarzlarını ve onlara karşı farklı türden taleplerle yürüyen mücadeleleri aynı düzeye yerleştiren bu yaklaşımla çoklu öznelerin tikelliklerini bir arada tutma stratejisi, rejimden de burjuva düzen muhalefetinden de liberal demokrat bir çizgiye geçmelerini beklemekle maluldür.
Saray Rejimi'nin yol açtığı olağanüstü halin pek çok sosyal ilişki ve konuma dönük tahakkümcü niteliği, Türkiye kapitalizminin emeğin ve onun gövdesi olan doğanın sınırsız sömürüsüne dayalı neoliberal birikim tarzına kesintisiz biçimde devam edebilmek içindir. Dolayısıyla, yoksullaştırma ve mülksüzleştirme yoluyla kalkınma, rejimin bir numaralı gündemi konusudur. Bu gündemin Saray Rejimi'nin tahakkümüyle sürdürülmesi, ülkenin oligarşik bir blok tarafından göstere göstere soyulması biçiminde bir yönetimi de beraberinde getiriyor. Bu cendereyi kırmanın yegane yolu genel olarak halkın, özel olarak da emekçi sınıfların harekete geçmesidir. Düzenin merkez sağ ve sol muhalefet güçlerinin bile harekete geçmesi için ufukta sermaye ilişkisinin merkezi rolünü, kurucu bir anti-kapitalist sosyal kurtuluş praksisiyle yıkma potansiyeli taşıyan sınıfçı-devrimci bir hareketin belirmesi gerekir. Özne meselesine dair düşüncelerimin daha ayrıntılı bir serimlemesine 12 Mayıs 2022’de İleri Haber’de yayımlanan “Beyaz Yaka Grileşirken Sınıfın Yeni İsyankar Bölükleri” başlıklı köşe yazımdan ulaşılabilir. İlgilenenler için o yazının iki altbaşlığını bir tür ek okuma olarak aşağıya kopyalıyorum. Bir sonraki yazıda, buraya kadar anlattıklarımdan hareketle stratejinin araç ve eşiklerine dair fikirlerimi paylaşacağımı belirterek bitireyim.
İKİ İSYANKAR SINIF BÖLÜĞÜ
Beyaz-gri yakalıların “orta sınıf” veya küçük burjuvazinin değil, emekçi sınıfların/ proletaryanın bir üyesi olduğu her geçen gün daha iyi kavranıyor. Son 10 yılda global ve ülke ölçeklerinde içiçe geçerek yaşanan kriz-isyan-pandemi-kriz silsilesi yüksek eğitimli beyaz yakalılar ve dijital-bilişim işlerinde çalışanlarla, (temel ihtiyaç maddelerinin üretiminden topluma sunulmasına, sağlık ve bakım hizmeti çalışanlarınına kadar pek çok zaruri işi yapanların ana kütlesini oluşturan) daha az eğitimli ve daha mülksüz proleterleri son yıllarda güvencesiz çalışma koşullarında, daha uzun saatler boyunca, daha düşük ücretlerle çalışmak zorunda bırakıyor.
Birincisi ön plana çıkmak üzere, iki sınıf bölüğünün artan mücadele eğilimleri, yeni yöntem ve söylemler, geleneksel işçi sınıfını da mücadele içinde yeniden anti-kapitalist bir konuma çekme potansiyeli taşıyor. Gezi’nin birinci yılındaki Soma maden katliami sırasında ve ikinci yılındaki Bursa merkezli olarak patlak veren “Metal Fırtına” sırasında söz konusu yeni yöntemler, araçlar, sloganlar, yeni bir mizah duygusuyle şekillenen bir söylemin kullanıldığını görmüştük. Fakat sonra ücret pazarlığı süreçleri dışında bu potansiyelin izlerine çok da rastlamadığımızı da belirtmek gerekir.
Dikkat edilirse, proleter sınıfın bedeninin yeniden şekillenmesinde, bu iki bölüğün stratejik konumda olduğu noktasında bir görüş birliği olsa da eğitimli prekaryayla, mülksüz proleteryanın ittifakının zorluğu ve mücadeleye çekilmesinin stratejik önemi bakımından hangisine öncülük konumu atfedildiği noktasında belirsizlikler olduğu aşikardır. Bunlar elbette mücadele praksisinin açıklığa kavuşturacağı belirsizlikler olsa da gözlem ve okumalarımdan hareketle bir şeyler söylemek istiyorum.
Sınıf mücadelesinde örgütlenmesi, eyleminin önem derecesi ve sahip olduğu vasıfların sağladığı kolektif zekayla diğer bölüklere öncülük kapasitesi bakımından işçi sınıfının farklı bileşenleri arasında yer değiştirmeler olmuştur. Çoğunlukla üretici güçlerdeki gelişmeler doğrultusunda kapitalist üretim sürecinin yeniden örgütlenmesi içinde genişleyen, yüksek katma değerli işlerde çalışan, örgütlenme ve eyleme görece daha yatkın ve yaptıkları eylemler sosyal ve ekonomik açıdan daha büyük etkiye sahip emekçiler sınıfın öncü bölükleri sayılır. Bu anlamda tek bir öncü bölükten ziyade her dönem farklı öncü bölüklerin olduğu da söylenebilir.
19. yüzyıl sonlarına doğru kitlesel üretim ve buharlı taşımacılık geliştikçe demir-çelik-metal-otomotiv ve taşımacılık sektörlerindeki işçilerin, sınıf mücadelesinde öncülük rolünü zanaatkarlardan ve iplik-dokumacılık sektörü işçilerinden devralması gibi bugün de dijital-bilişim sektörü çalışanlarıyla, sosyal hayatın yeniden üretimini sağlayan zaruri (essential) işlerde düşük ücretlerle, güvencesiz ve kötü koşullarda çalışan mülksüz proleterler, vasıflı, sigortalı-sendikalı mavi yakalılardan bayrağı devralma yolunda ilerliyor. Ayrıca, perakende, lojistik, depolama-paketleme-dağıtım işlerinde ve sağlık sektöründe çalışan mülksüz proleterlerin pandemiden beri dijital otomasyon teknolojilerinin desteğiyle kafa-kol emeğinin sözünü ettiğim iki bölüğünün temel niteliklerini sırtında taşıyan volan kayışlarına dönüştüğünü de söyleyebiliriz.
2011-2014 arasındaki ilerici karakterdeki isyan hareketlerinde birinci bölük (ki bazı sol liberaller bunları “yeni orta sınıflar” diye adlandırmıştır) öne çıkarken, 2019-2021 arasındakilere mülksüz-çoğunlukla işsiz proleterlerin yıkıcılığı artan öfkesi damgasını vurmuştur. Bugün Sri Lanka’daki isyan hareketinin belirgin çizgisi kamp alanlarında başka türlü bir hayatın mümkün olduğunu göstermek değil, tüm siyasal üstyapıyı alaşağı etmeyi hedefleyen tahripkar öfkedir. Aslında Gezi olaylarında İstanbul, Ankara ve Adana’daki ilk 3 gündeki çatışmalarda sıcak gaz kapsüllerini geri fırlatarak polisin üstüne yürüyerek park ve meydancıların kapısını isyan hareketine katılan herkese açanların çoğunluğu (Tarlabaşı, Okmeydanı, Gazi, Tuzluçayır, Seyran, Çin Çin, Hadırlı, Akkapı, Armutlu gibi) yoksul emekçi mahallelerin mülksüz proleter gençleriydi. Şili’de 2019-2020 arasında Primera Linea (Cephe Çizgisi) isimli klanlar grubunun polisle çatışırken AVM’lerden Kiliselere başkentte ciddi tahribat yaratan şiddetiyle bir arada değerlendirdiğimizde, pek çok geç kapitalistleşmiş coğrafyada protestoların topyekün birer halk isyanına dönüşmesinde, on yıllardır düzenle pek fazla bağı kalmamış proleter mahalleli gençliğin olaylarda aktif failler biçiminde katılmalarının belirleyici önemde olduğunu görürüz.
BÖLÜKLERİN İTTİFAKI VE ÇELİŞKİLERİ
Bu anlamda emekçi sınıfların birliğininin kısa zamanda en optimum düzeyde kurulabilmesi açısından, mülksüz proletarya ve yoksullaşan prekarya (parti metinlerinde “gri yakalı” diye anılan kesim) arasında sokakta, çoğunlukla polis şiddetine direniş içinde kurulan bir ittifaktan söz edebiliriz. Fakat bu ittifakın, barındırdığı çelişkiler bilinçli biçimde düzenlenmediğinde, kendiliğinden işleyişin bir tarafı pasifize ettiği/dışarıya ittiğinin de farkında olmak gerekir.
Çelişkinin temel kaynağı beyaz-gri yakalıların kısa vadede (belki bir kuşakta) ortadan kalkması mümkün olmayan burjuva-küçük burjuva sosyo-kültürel eğilimleri ve yatkınlıklarında saklıdır. Ortak kamp alanlarının bir kamusal karşılaşma ve kendini gösterme, müzikle, dansla, performansla görünür kılma, ifade etme yerlerine dönüştürülmesine, enerjilerin kamp alanının bir temsil olarak güzelleştirilerek yeniden üretilmesi faaliyetine hasredilmesi, bir süre sonra sokak eylemlerinin genişlemesini durdurup, yıkıcılık potansiyelini tıkamış ve eylemci profilini de eğitimli prekarya lehine değiştirmişti. Bunun sonucunda da isyan hareketi sınıfın en yoksul-mülksüz bölüklerinin militanlığı ve çatışmacılığından yoksun kalmış, radikalizmleri törpülenip, büyük ölçüde ehlileşmişti. “Küfürle değil, adabınla #diren” diyen eğitimli-düzgün konuşan-temiz giyimli, yani beyaz-gri yakalı abi ve ablalar direnişleriyle meydanların kapısını halka açan grupları önce susturmuş, sonra direnişin çeperlerindeki barikatlara yollamış, daha sonra da bu barikatları kaldırtmıştır.
1) Gezi hadisesinin aynı şekilde tekrarının mümkün olmadığını söyleyenleri duyar gibiyim. Onlara son yıllarda ABD, İran gibi pek çok ülkede ona benzer kitlesel ve yaygın halk isyanları kısa aralıklarla birden fazla kez yaşandığını hatırlatmak isterim.