Açık konuşmakta, eğer öyle densin isteniyorsa “itiraf etmekte” sakınca yoktur: Bu ülkenin solcuları, devrimcileri ve sosyalistleri olarak hepimiz bir noktada tıkanma yaşıyoruz…
Tıkanma, ülkedeki mevcut durumun yeterince açıklayamamaktan, rejimin “adını” koyamamaktan ya da ne yapılması gerektiğini bilememekten kaynaklanmıyor. Çok şükür hepsini şöyle ya da böyle yapabiliyoruz, ne yapılması gerektiğini de kestirebiliyoruz. Gelgelelim, düşüncemizdeki “şöyle yapılması gerekir” ile mevcut rejime karşı olup hiç de küçümsenmemesi gereken muhalefeti, en azından onun belirli bir bölümünü bu doğrultuda harekete geçirme gücümüz ve etkimiz arasında çok ciddi bir açı var.
Yaşadığımız tıkanmanın nedeni bu açıdır.
Mevcut durumun ya da rejimin adı mı?
Bir noktadan sonra üzerinde tepinilmemesi gereken bir başlıktır. “Faşizm”, “neo-faşizm”, “otoritarizm”, “totalitarizm”, “popülizm”, “oligarşi”, “otokrasi”, “tek adam rejimi” gibi kavramların işlevi belirli bir yere kadardır. Örneğin, on beş ayrı adlandırmaya on beş ayrı mücadele hattının tekabül edeceği düşüncesi, solun terk etmesi gereken bir yaklaşımdır.
Kastettiğimiz, “adını şöyle koyarsak şununla ittifak yapılır; yok böyle koyarsak o zaman farklı ittifaklara yönelmek gerekir” türü bir mantıktır ki hiçbir anlamı yoktur.
Neyse, tekrar asıl konuya dönersek, sorunumuz, yapılması gerekeni kestirebilmemize rağmen bunun henüz bir karşılığının olmadığını da görmemiz ve bilmemizdir. Daha kötüsü ise, aradaki bu açıya ilişkin farkındalığın bizleri zaman zaman olmayacak duaya âmin demeye zorlamasıdır.
Örnek mi?
Ana muhalefet lideri, “meclisin yetkilerini etkin biçimde savunacağız” demiş… Kimileri umutlarını önümüzdeki yerel seçimlere bağlamış durumda… Kim bilir, belki bu seçimleri de “köprüden önceki son çıkış” ilan edenler olur… Herhangi bir seçim ya da oylama “adil ve dürüst” yapıldığında, bakın, salt AKP’nin de değil, rejimin ve reisinin tası tarağı toplayıp gideceğini düşünenler yok mu? Ya CHP’de lider değişimine büyük umutlarla bakanlar? Belki de (her şeye rağmen) “çözüm masasının” bir şekilde yeniden kurulabileceğine inananlar?
Sözünü ettiğimiz o uğursuz açının amilleri arasında bunlar da vardır.
***
Net olarak görülmesi gerekir: Ortada bir hukuk, bir hukuk çerçevesi ve bunları zorlayan bir iktidar değil, aklında ne varsa ve neye niyetlenmişse bunları fiilen (de facto) hukukun kendisi haline getiren ve hukuk çerçevesini böyle çizen bir rejim vardır.
Belki tesadüftür (!); ama siyaset ve hukuk teorisinde hiç yeri olmadığı söylenemez. Nazilerin hukuk âlimi Carl Schmitt de siyaset kavramını “dost ve düşman” ikiliğine oturtmuştu. Schmitt’e göre siyaset, bir şeyden yana ve başka bir şeye karşı değil, birilerinden yana ve başka birilerine karşı mücadeledir. “Siyaset, dostların düşmanlara karşı harekete geçtikleri doğrudan eylemdir, kitle eylemidir. Dolayısıyla ‘siyaset’ kavramının karşılığı, hem iç hem dış düşmanlara karşı sürekli savaş halidir.” (Bkz. Agnes Heller, “The Concept of the Political Revisited”, Political Theory Today içinde (Ed: David Held); Polity Press,1993, s. 332).
Şimdi, durum buysa ya da aşağı yukarı böyleyse, “meclisin yetkilerini savunmanın”, yerel seçimlerden çıkacak sonuçların, OHAL’in “kalkmasının”, CHP’nin başına şunun ya da bunun gelmesinin, tutuklu kimi arkadaşlarımızın serbest bırakılmasının, kısacası mevcut hukuk çerçevesinde elde edilenlerin ve edilebilecekleri anlamı ancak bir yere kadar olacaktır.
Çünkü “normalleşme” falan olmayacaktır ve “savaş hali” mantığı içinde hukuk adına geride ne kalmışsa yerine onu fiilen yok sayan başka bir hukuk geçecektir.
***
Söylemeye çalıştıklarımızın anlamı şudur: Eğer mücadeleyse, rejimin fiili tasarrufları karşısına başka fiili durumlarla dikilmekten başka yol yoktur. Bu yolda asıl gereken, gel deniyorsa gelmiyoruz, git deniyorsa gitmiyoruz, kalk deniyorsa kalkmıyoruz, otur denilirse oturmuyoruz, öde deniyorsa ödemiyoruz diyebilmektir.
Hadi bizler bunların hepsini diyebiliriz de başkalarına, daha geniş kesimlere henüz dedirtememe gibi bir sorunumuz vardır.
Tıkanma noktamız da burasıdır.