Yüz kırk dokuz yıl önce 24 Aralık’ta doğan Tevfik Fikret’ten önce toplumsal belleğimize işleyen dizeleri geliyor aklımıza. “Kanun diye, kanun diye, kanun tepelendi” diyoruz ve anayasayla yeni tanışan bir toplumda bunu yazabilen Fikret’i, geçen yüzyılın ikinci yarısını, 1971 12 Mart’ında ve 1980 12 Eylül’ünde “tangır tungur” edilen anayasalar ve kanunlarla aştıktan sonra, hâlâ yeterince anlayabilmiş değiliz. Hâlâ “Anayasa diye, anayasa diye, anayasayı tangır tungur edenlerin” yalanlarına katlanmak zorunda kalıyoruz.
Hâlâ “Hân-ı Yağma”nın deyimleşmiş dizeleriyle “yiyin efendiler, yiyin!” diye çözümsüzce söyleniyoruz. Fikret’in bizi aydınlatmak için şiirleştirdiği çığlığın gereğini yerine getirmekten uzak bir toplumun insanlarıyız.
Peki, ya “Sis”e ne demeli... Yirminci yüzyılın başındaki İstanbul’u resimleyen Sis’i bugünün İstanbul’una daha uygun düşüyor görmek, utanca boğmuyor mu bizi? İstibdat’ın on kat koyusu bir para saltanatında, kirli hava ile rantın gökdelenlerinin kuşattığı karanlık ufuklarıyla bugünün İstanbul’unu yüz yıl önceden yazmıştır Tevfik Fikret.
***
Ümidimiz bu: ölürsek biz, yaşar mutlak
vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!
***
Tevfik Fikret’in, geleceğin aydınlık Türkiye’sini yaşatacağını ümit ettiği gençler bugün neredeler? Yüz yıl öncesinden daha kanlı ve acımasız emperyalist savaşlarda kanları dökülüyor. Yüz yıl öncesinden daha geri bir eğitim düzeninde imam hatiplik okuyor, yüzde sekseni meleklerin, cinlerin varlığına inanıyor, insan yaşamını kader ve alınyazısının belirlediğini düşünüyorlar. Astroloji masalları, evrime karşı yaratılış efsanesi gibi hurafelere inanıyorlar. Tevfik Fikret’in güçlü bir sesle şiirleştirdiği aydınlanma kavgasının yüz yıl sonraki bilançosu niteliğindeki bu gerçek, önümüzde daha ne kadar zorlu görevlerin olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Bugün gelinen aşamada yeniden düşünüldüğünde ne kadar büyük bir Aydınlanma devrimi gerektiğini gösteriyor.
Bu zor yolu aşmak için bu toprakların birikimine dayanmak zorundayız. 19. ve 20. yüzyılın Türkiyeli Aydınlanmacıları da bu birikimin temel taşları arasında bulunuyor.
Türkiye’de aydınlanma kavgasına güçlü şiiriyle katılan Tevfik Fikret’in güncelliği de, bu birikimin yaşamda karşılık bulmasının bir başka kanıtı. Yazdıkları ve yaptıkları her yönüyle bugün de işlevsel bir sanatçı; ilkeli, savaşımcı bir aydın var karşımızda.
***
Kalbinde her dakika şu ulvî tahassürün
minkar-ı âteşînini duy, dâima düşün:
Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım?
Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım?..
Yükselmek âsümâna ve gülmek, ne tatlı şey!..
***
Güncel, işlevsel, aydınlanmacı bir şiir ama bugünle arasında önemli bir dil engeli var. Fikret’in dilini anlayamıyoruz. Konur Ertop bu engeli aşmak için şu öneride bulunuyor: “Doğrusu, onun dünyasını yakından kavramak, şiir yenilikçisi bu ozanın anlatımındaki tatlara ulaşmak için birkaç yüz Arapça, Farsça sözcüğü öğrenmek boşa gitmiş sayılmayacak bir çabadır.” Tevfik Fikret’i biraz tanıyınca ve yapılan çevirilerin yetersizliklerini görünce bu birkaç yüz sözcüğü öğrenmeye siz de girişeceksiniz.
30 Haziran 2009’da kaybettiğimiz şair Kemal Özer, Tevfik Fikret’e yepyeni bir kavramla yaklaşmıştı: “Savaşımcı ozan tasarımı”nın atası olarak Tevfik Fikret. Bu kavram aracılığıyla, Tevfik Fikret’ten Nâzım Hikmet’e sıçrayan, Kemal Özer ve çağdaşlarında somutlanan, toplumsal çatışmalar karşısında bilinçli ve değişimden yana tavır alan ozanın yeni bir tanımına kavuşuyoruz. Her tarihsel dönemin egemen ozan tasarımı ve geleceğe uzanan sınıfın yeni ozan tasarımı şairin önünde ayrışan yollar çiziyor. Kemal Özer, Tevfik Fikret’in yolunu şöyle belirliyordu: “Ad koymak gerekirse, bir ‘savaşımcı ozan tasarımı’ diyebiliriz girdiği yola. Sözle, saptamayla yetinmeyen, sözü sözcülüğe, saptamayı devinime doğru geliştiren bu ozan tasarımı, neredeyse şiirin tarihi kadar eskiye uzanmaktadır. Şiirin herkesi kapsayacak kadar geniş soluklu, ozanın herkes adına konuşacak kadar önder nitelikli olduğu o eski çağlara kadar.” Tevfik Fikret egemen ozan tasarımının tersine savaşımcı ozan tasarımına uygun etkinlikte bulunurken çağının ileri değerleriyle donanmıştır.
***
Beşerin böyle dalâletleri var;
putunu kendi yapar, kendi tapar!..
***
İnsanlığı putlardan kurtarmaya çalışanların karşılaştığı güçlüklerin arttığı bir dönemde yaşıyoruz. 1908 Devrimi’ne karşı girişilen 31 Mart gerici ayaklanmasında, gericilerin saldırmak istedikleri yerlerden biri de Tevfik Fikret’in müdürlüğünü yaptığı Galatasaray Lisesi’dir. Bunu duyan Tevfik Fikret’in kendini Galatasaray Lisesi’nin kapısına zincirlettiği ve “Benim cesedimi çiğnemeden bu okula giremezler” dediği söylenir. Bilgesu Erenus’un tiyatro oyununda böyle bir Fikret vardır. Bugünün gerici saldırılarını gördükçe Tevfik Fikret’in bu tavrının örnekliğini daha iyi anlıyoruz.
Tevfik Fikret, çağının “ahlaklı adam” nitelemesiyle anılan aydınıydı. Memurluktan istifa ettikten sonra, çalışmadığı bir döneme ilişkin birikmiş aylıkları kendisine getirildiğinde, “çalışma karşılığı olmayan maaşı almam” diye geri göndermiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar, bu olayı Fikret’in yaşamına genelleştirerek şunları yazar: “Fikret bütün hayatında bu jestin adamı olarak kalmış, kendi kendini tekzip etmemiştir.” Fikret’in yaşamı örnek alınacak jestlerle doludur. Kendi kendini tekzip etmeyen aydın, başı dik aydın, bu toprakların aydınlanması için ihtiyaç duyulan aydındır.
Tevfik Fikret’in kişiliğini, aramızdan göçük bir başka yazar, Serol Teber de, “Aşiyan’daki Kâhin: Tevfik Fikret’in Melenkolik Dünyası” kitabında enine boyuna irdelemiştir. Kemal Özer’in eski çağlardan köklendiğini söylediği savaşımcı ozan tasarımının izlerini Serol Teber’in yazdıklarında da buluruz; Homeros’un İlyada’sından bir kahramanla benzeştirilir Fikret. Serol Teber, “Aias gülüşü”yle son nefesini veren Fikret imgesini şöyle çözümler: “Tevfik Fikret’in ayrıntılarıyla anlatılan bu son gülümsemesi O’nun, küçük kapalı dünyası içinde sürdürdüğü yaşam mücadelesi, yazgısı, kişiliği ve dünyaya bakışı üzerine ayrıca önemli bilgiler verir bize. Onu, ideal dünya özlemesine rağmen, yaşadığı gerçek dünyanın seviyesizliğine karşı duyduğu öfke ve bunun örtündüğü ‘patolojik erdemliliği çıldırtmıştır’. O, yapabildiği son bir edimle hem dünyanın ve hem de kendisinin bu traji-komik çeresizliğine gülümsemiştir.” Teber’e göre, bu gülümseme dünyaya bakışa ilişkin önemli bir kavramı da içeriyor: Eleştiri. Bütün aydınlanmacılar gibi, Fikret de, yaşadığı topraklara eleştirel bilincin tohumlarını eken biri.
***
İşte hürriyet-i hakîkiye:
Ne muhârip, ne harb ü istîla;
Ne tasallut, ne saltanat, ne şekaa;
Ne şikâyet, ne kahr-ı istibdâd;
Ben benim, sen de sen, ne rab, ne ibad!
***
Tarih-i Kadim’in yazarının, tarih anlayışı ve tarih felsefesi çağının en ileri görüşlerini içerir. Betül Çotuksöken, Tevfik Fikret’in bu şiirinde ortaya çıkan tarih görüşünü, Tarih-i Kadim’e Zeyl’deki gelişimiyle tartışmaya açarken, bir başka felsefeci Bedia Akarsu ise, Aydınlanma felsefesi içinde Tevfik Fikret’in yerini belirlemeye çalışır. Aşiyan’daki evinin alt katındaki Boğaz’a bakan odalardan birinin, mağara havası verilmiş penceresine “Sokrates’in Penceresi” adını veren ve bu pencereden dünyaya bakarak düşüncelere dalan ozanın felsefeyle bağını kurmak kaçınılmaz bir görevdir.
Tevfik Fikret, alışılmış bir deyimle söylersek, kelimenin tam anlamıyla çok yönlü bir sanatçıydı. Şairdi, denemeciydi, ressamdı, eğitimciydi, editördü, kendi evinin tasarımını yapacak ve bu konuda özgün sonuçlara ulaşacak ölçüde mimardı.
Ruşen Eşref, “Fikret’in bir şiiri de kendi elleriyle yaptığı Aşiyan’dı” der.
Bunu okuduktan sonra soluğu Aşiyan’da almak istiyor insan. Burada, sanki geleceği görürcesine tasarlanmış bu evde, Tevfik Fikret ve Edebiyat-ı Cedide Müzesi var şimdi. 1940’larda, klasiklerin tercümesiyle başlatılan büyük aydınlanma hamlesinin mimarı Hasan Âli Yücel’in girişimiyle, aynı dönemde açılmış bu müze.
Kemalist Aydınlanmacılar köklerinin bir bölümünün Tevfik Fikret’in eserinde ve mücadelesinde yattığını iyi biliyorlardı. Aynı Hasan Âli Yücel, 1928 yılında Latin harflerine geçildikten sonra, Latin harfleriyle basılan ilk kitap olma onurunu Fikret’in Tarih-i Kadim’i ile Doksan Beşe Doğru şiirlerine veriyordu.
***
Şeytan da biziz cin de, ne şeytan ne melek var;
Dünya dönecek cennete insanla, inandım.
***
1940’ların önemli tartışmalarından biri, Sabiha Sertel’in kitabının adıyla söylersek, “İlericilik-Gericilik Kavgasında Tevfik Fikret”tir. Fikret-Akif kavgasıyla başlayıp iki ayrı dünya görüşünün, tarih ve toplum anlayışının dinmeyen çatışması Fikret’in ismine bağlı olarak zaman zaman alevlendi. Şiir ve aydınlanma eyleminde ciddi bir atılım yapmak isteyenlerin dönüp hesaplaşmak ve ona bakarak kendilerini tanımlamak gereğini duydukları bir sanatçıydı Tevfik Fikret. Tıpkı Nâzım Hikmet gibi. Şükran Kurdakul, Tevfik Fikret’in şiirini yaşamı ve tarihsel koşulları içinde ele alırken, onun yalnızca yeni bir içerik değil, bu yeni içeriğin zorladığı yeni bir şiir biçimi geliştirdiğini ve serbest nazma giden yolu açtığını belirtir.
Tevfik Fikret’i yalnız gericiler değil, “İkinci Yenici” Cemal Süreya da kaba bir biçimde eleştirmiştir. Sosyalist Gerçekçi Nâzım Hikmet’in Fikret eleştirisi ise yetkin bir gerçekçi eleştiri örneğidir.
Tevfik Fikret şiirinde “kadın” teması, çağının ilerisinde bir görüşle yer alır. Cumhuriyet devriminin kadına sağladığı eşitlik ve hürriyeti şair önceden yazmış, toplumsal gereklilik olarak ortaya koymuştur.
Edebiyatta Aydınlanmanın öncülüğünü üstlenen Tevfik Fikret’in Kemalist Aydınlanmacıların yetişme yıllarında, özellikle Mustafa Kemal’in devrimci düşünceleri üzerinde derin etkileri olduğunu biliyoruz.
***
“Herkes edepsizliğe hak veriyor; bana diyorlar ki: Zaman haklıdır, akıllıdır; sen budalasın! Allah aşkına siz öyle yapmayın, siz bari deyiniz ki: Sen budalasın; fakat zaman haklı, akıllı değildir! Ye’simin derecesini düşünemezsin kardeşim; kendimi taşlara çarpacağım geliyor. Fakat hani benim huni hamiyetimle (yurtsever kanımla) kirlenecek bir temiz taş!”
***
Fikret’in bu trajik çığlığı bugün de ne kadar yakıcı geliyor bize. Bu durum, Fikret’e hâlâ, “temiz taş”larla, mutlu insanlarla dolu, kardeşlikle, dayanışmayla donanmış bir ülke borçlu olduğumuz anlamına gelmiyor.