Yaşadığımız dünyayı ve Türkiye’yi anlamaya çalışıyoruz…
Bu anlama çabasının, jeopolitik tahlillerin, dünyadaki güç dengelerine ilişkin yaklaşımların ya da bir ülkede, örneğin Türkiye’de siyaset düzleminde neler olabileceğini kestirmenin ötesinde bir yanı da var: Günümüzün dünya ve Türkiye insanı nasıl, nelerle şekilleniyor, nelere duyarlı, neleri umursamıyor, tepki üretince bu tepki nelere, kimlere yöneliyor?
Kuşkusuz, bu şekillenmenin ait olunan sınıflarla, kurulu düzenin genel siyasal ve ideolojik hamleleriyle yakın ilişkisi var; hepsi birbirine geçişmiş durumda. Böyle olunca karşımıza olanca çeşitliliği, zenginliği ve karmakarışık ilişkileriyle anlaşılması gerçekten güç bir tablo çıkıyor.
Bu yanıyla önümüzde yeni bir dünyanın, yeni bir Türkiye’nin ve yeni bir insanın durduğu açık...
Peki, biz ne yapacağız?
Bir yol, Lukács’ın zamanında yaptığı uyarıyı dikkate almadan, “ara etmenleri, dolayımları yok sayıp önümüzde gördüğümüz en ham güncel veriler demetinden hareketle en genel teorik önermelere” gitmektir. Diğer bir yol ise bu kez güncel gerçekliklerin gelip geçici olduğunu, sonunda her şeyin aslına rücu edeceğini ve ne varsa hepsinin elimizdeki büyük teoriye oturacağını düşünüp beklemektir.
Birinci yolu düşünen, “böyle olması gerekir” diyen çok, ama bu yönde teşebbüste bulunan azdır ya da yoktur. İkinci yolu geçerli sayan da çoktur; ama bunu açıkça dillendiren çok azdır.
Biz, bu iki yol dışında bir başkasını deneyip bir “tekrarlanamama” bir de “zorunlu tekrarlanma” olmak üzere iki duruma işaret etmeye çalışacağız. Tarihin cilvesi olsa gerek, “tekrarlanamayacak” olan daha yakın, “tekrarlanması zorunlu” olan ise daha uzak bir geçmişe denk düşmektedir.
***
Tekrarlanamaz olan, dünyanın 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Avrupa’nın 1960’ların ikinci yarısında, Türkiye’nin ise 1961-71 ve 1973-80 döneminde yaşadıklarıdır.
Kastettiğimiz elbette bu dönemlerde yaşanan devrimler, kitlesel başkaldırılar ve işçi sınıfı eylemliliği vb. değildir; yani bunlar için “tekrarlanamaz” demiyoruz. Tekrarlanamayacak olan, “öncü unsurların” değil ama geniş yığınların bu dönemlere özgü şekillenmesi, ruh hali, hareketlenme nedenleri, motivasyonu ve arayışıdır. Olur, ama aynısı kesinlikle olmaz demiş oluyoruz.
Buna karşılık, günümüz anlamlandırılacaksa, yarın harekete geçecek kesimlere bir yol ve hedef gösterilecekse, “çözüm şudur” denecekse, bunlar için 19. yüzyılın bize sunduğu genel öğretiler dışında, bunları aşan başka herhangi bir öğreti olamaz. Her kesim için geçerlidir: Demokratı, liberali, muhafazakârı, milliyetçisi ve sosyalisti iki yüzyıl sonra bile dönüp dolaşıp bu öğretilerin/ideolojilerin sınırları içinde hareket edeceklerdir.
Değişen dünya, değişen insan ve tekrarlanamayacak olanla yerli yerinde duran öğretilerin bu bir arada oluş durumu bir çelişki ya da anakroni değil veri alınması gereken bir gerçekliktir.
***
Geçmişte yaşanan ve “aydınlık” olarak tanımlanan hiçbir dönem o haliyle geri gelmeyecektir. Bugün yapılması gereken, eski aydınlık dönemlerin geri gelmesini beklemek ya da bunun için uğraşmak değil, yeni bir aydınlık dönemi bugünkü karanlığın içinden çıkarmaktır.
Ama şöyle bir sorunumuz olduğunu kabul edelim: Tekrarlanamayacak olanın tekrarını bekleyenler, bu olmasa bile güncel olan her şeyi eski kalıpların içine sokmak isteyenler daha çok “eski” kuşaklarken, bugünkü karanlığın içinden yeni bir aydınlık çıkarma görevi ağırlıklı olarak genç kuşaklara düşmektedir.
Daha “eski” olanlar salt eskilik ötesinde bir de daha yenilikçi ve yaratıcı olmaya çalışırlarsa, gençler ise hem tekrarlanması kaçınılmaz 19. yüzyıl öğretileri hem de tekrarlanamayacak yanlarıyla 20. yüzyıl deneyimleri hakkında daha çok şey öğrenme kararlılığı gösterirlerse bu sorun da aşılır.