“Tehlikeli yakınlıkları” savunmak

“Tehlikeli yakınlıkları” nasıl kuracağız? Özellikle kadın mücadelesi için günümüzün sorunlarına bir alternatif olma iddiasını taşıyan komünalist formları “örgütlenme sorunsalında” nereye koyacağız?

Günümüz dünyasının siyasal ortamını, yığınların genel hallerini yalnızca duygularla ifade etmek gerekseydi sanırım umutsuzluk, yüksek düzeyde kaygı ve hatta duyguyu aşan boyutuyla depresyon en uygun kavramlar olurdu.

Umutsuzluk, kaygı, depresyon…

Bu duygular, durumlar yaşamımızı boylu boyunca kaplamış durumdadır. Tevekkeli değil, akademik tezleri saran karamsar ufuklar, edebiyatı, sinemayı besleyen distopik temalar.

Zamanın ruhu elbette… Az buz değil, neredeyse 40 yıldır “başka bir alternatif yok” diyenlerin uğursuz siyasetleri, insanları umutsuzluğa, bitmeyen kaygıya ve depresyona sistematik biçimde itmiştir. Malum, temel siyasi stratejisi “toplum olma fikrini” yok etmek olan; bireyin kutsallığı diyerek özneyi paramparça eden, yurttaşlığı askıya alarak yaşamı özelleştiren, tüm yaşamı rekabetle, hız ve tüketim kültürüyle donatan bir sistemdir bu.

Duygulara ve durumlara bakacaksak mesele, Johann Hari’nin kitabının adında da isabetle ifade ettiği gibi “Kaybolan Bağlar”dır. Hari şöyle ifade etmiştir:

“Bunların hepsi kopukluk, bağlantısızlık biçimleriydi. Doğuştan ihtiyaç duyduğumuz ama anlaşılan bir noktada kaybettiğimiz bir şeyden uzak düşme biçimleriydi.” (1)

“Kopukluk” çok iyi bir ifade gerçekten. Kendimizden, diğer insanlardan, emek ürünümüzden, işimizden, toplumdan ve doğadan kopukluk, koparılmışlık ya da yabancılaşma.

Kapitalizm, insanla insan arasındaki gerçek bağları “tehlikeli” buluyor. Varlığımızdaki bütünleşme arzusunu, bağlanma isteğini, gerçekten hissetmeyi, anlam arayışını tehlikeli buluyor.

Bu nedenle gerçek bağların yerini "etkileşimler" almalıdır. Like aldıkça insan sıcaklığını hissedebiliriz. Bunda hiçbir tehlike yok. Hatta mutsuz olmakta da özgürüz. Sosyal medyada dilediğimizce homurdanabilir, “en radikal benim pozları” kesebiliriz. Nitekim sistemin korktuğu şey mutsuz ve söylenen insanlar değildir. Aksine günümüzde mutsuz ve söylenen insanlar, dev sosyal medya şirketlerine nitelikli içerik üreterek faydalı hale gelebilmektedir. Yararlı bir atık gibi mutsuz insan da döngüdeki yerini alabilir.

Oysaki bizim için tehlikeli olan “bağı kopartmaktır”. Tıbbi ve evrimsel olarak bile böyledir. Hari bir deneyden bahseder:

“Kendini yalnız hissetmenin kortizol seviyelerinde, yaşayabileceğiniz en rahatsız edici olaylarla aynı ölçüde patlama yarattığı ortaya çıkmıştı. Deneye göre ciddi bir yalnızlık en az fiziksel saldırı kadar stres yaratıyordu. Tekrar etmeye değer. Derin bir yalnızlık, tanımadığınız birinden yumruk yemek kadar stres yaratıyor gibiydi.”(2)

Ancak bağ kurarak, sosyal yaşayarak kendimizi iyi ve güvende hissettiğimiz 250 bin yıllık bir evrimsel maceradan sonra bugün, yalnızlık içindeyiz ve kredi kartına 8 taksitle kışlık mont alarak kendimizi iyi ve güvende hissetmeye çabalıyoruz. Karşı komşumuzu tanımasak da mesai arkadaşımıza “merhaba” demekte zorlansak da etiketi yeni çıkmış “kışlık mont” bizi sıcacık kavrıyor.

Varlığımızdaki bütünleşme arzusunu, bağlanma isteğini eşyanın varlığına ya da yokluğuna teyelliyoruz.  Yoksulluğumuz, açlığımız, çıplaklığımız özelleşmiş, iliklerine kadar atomize olmuş yaşamlarımızın başarısızlığı haline geliyor. Başımızı öne eğip mağlup hissetmemiz, eşyayla dolmayacak boşlukları büyük bir kaygı olarak yaşamamız, sürekli belirsizliğin hükmünü sürdürdüğü dünyada umutsuzluğa, keder ve paranoyaya kapılmamız bu yüzden.

Elbette ruhumuza tüneyen tüm bu karamsarlıkların mutlak bir niteliği yok.

Bu nedenle tarih boyunca olduğu gibi bugün de pek çok toplumsal mücadeleyi başlatan şeyin bir ret çığlığı olması anlamlıdır: Yeter!, No!, Ya Basta!, Enough!, Edi bese!, Fuck off!  (3)

Bu nedenle, “insanların birbirine bağımlı hale geldikleri, birbirlerini savundukları ve birlikte tehlike arz eder hale geldikleri” durumlar hiç beklenemedik bir anda, hatta çoğu zaman kitaba pek de uymayan biçimde karşımıza çıkabiliyor.(4)

Örgütlenme ihtiyacını düzen karşıtı partilerin “özel meselesi” olmaktan çıkaran da budur. Örgütlenme davranışı, kolektif refleks gösterebilme, özgücünü kolektif olanda keşfetme, yabancılaşarak paramparça hale sokulan varlığımızı yeniden kurma çabasıdır. Özneliği bir yerlerde kötürüm kaldığı sanılan insanın yeniden doğrulup ayağa kalkmasıdır gündemdeki. Ontolojik bir reflekstir.

Zaten insanın failliği, tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi oluşu başka nasıl anlamlı hale gelecektir ki? Örgütlenme çağrısını, zorlama, "dışarıdan", yapay bir şey olmaktan çıkaran bu değil midir?

Peki “tehlikeli yakınlıkları” nasıl kuracağız? Özellikle kadın mücadelesi için günümüzün sorunlarına bir alternatif olma iddiasını taşıyan komünalist formları “örgütlenme sorunsalında” nereye koyacağız? Olanaklar ve sorunlar nelerdir?

Buradan devam etmek üzere nokta koyuyorum.

Kaynakça:

1-Johann Hari, Kaybolan Bağlar, Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler, Çeviren: Barış Engin Aksoy, Metis (2019), s.77,

2- Johann Hari, s.94

3-Nick Montgomery, Carla Bergman, Neşeli Militanlık Toksik Zamanlarda Direnişi Örmek, Çeviren: Gülnur Elçik, İletişim (2022), s.72

4- Nick Montgomery, Carla Bergman, s.90