Tarihe nasıl bakalım?

Genç bir arkadaş, geçenlerde girdiği bir final sınavında sorulan soruları gösterdi. Seçmeli sorulardan biri şöyleydi:

“’Hem bir toplum, hem de birey için geçmiş, güncel olaylar ve bir gelecek vizyonu ışığında inşa edilmeli, yeniden inşa edilmeli ve sürekli yeniden yorumlanmalıdır.’ Eğer bu doğruysa o zaman tarih nedir? Tartışın.”

Tartışalım.

Soru, bir “bilim” olarak tarihe yaklaşımda derinlik kazandırıcı ipuçları vermekle birlikte istismara da hayli açık. Örneğin Türkiye solu, özellikle ülkenin son yüz yıllık tarihine bakarken “istismarcı” yaklaşımlara fazlaca eğilimli. 

Tarihin bir bilim olması, olmuş, gerçekleşmiş olanın neden, hangi süreçler ve etmenler sonucunda öyle olduğunun araştırılmasıyla mümkündür. Kuşkusuz, zamanla ulaşılan yeni bulgular ve bilgiler, ortaya çıkan yeni veriler, “neden öyle olduğunun” daha iyi kavranmasına katkıda bulunur, tarihe bakışa zenginlik kazandırır.

O zaman soruda geçen “inşa etmek”, “yeniden inşa etmek” ve “sürekli yeniden yorumlamak” ne oluyor?

Üstelik “güncel olayların” ve bir “gelecek vizyonunun” ışığında…

Bir yere kadar bu da yapılabilir.

Örneğin, Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu sorunlar ve ülkenin “geleceğine” ilişkin belirli bir vizyon ışığında dönüp “Cumhuriyet’in kuruluşuna” yeniden bakılabilir…

Ama yalnızca ve yalnızca bu kuruluşun o zamanki ortamını, koşullarını ve aktörlerini daha iyi anlamak, yaşamadığımız bir zamanın “ruhunu” bir ölçüde kavramak için…

Yoksa geçmişteki bir döneme bugünkü ortama ait değerlerle bakıp “öyle değil de böyle olmalıydı” demek için değil.

İstismar, bu sonuncusu yapıldığında ortaya çıkar ve böyle yapıldığında ortada “tarih bilimi” diye bir şey kalmaz…

Örneğin: “1923 Cumhuriyeti, çok uluslu, çok etnisiteli, çoğulcu, din işlerini toplumun kendi örgütlenmelerine bırakan, şeffaflığı ve yönetenlerin hesap verebilirliğini öngören, ademi merkezi, demokratik, federatif bir yapılanma olmalıydı…”

Başka arzunuz?

Evet, birileri bugün böyle bir cumhuriyet isteyebilir… Böyle bir cumhuriyeti güçleştiren etmenler arasında Cumhuriyet’in kuruluşuna ve sonrasına damga vuran “zihniyete” de yer verebilir… Ama geçmişte olana bugünün kimi değerleriyle bakıp “o değil de bu olmalıydı” diyemez…

Derse, bir bilim olarak tarihin ötesinde tarihin kendisini de reddetmiş olur…  

***

“Böyle şeyler bizde, Türkiye’de olur” demiyoruz.

Daha beterleri çöküş sırasında Sovyetler Birliği’nde görülmüştür.

“Neden hep NEP’le gitmedik sanki…” diye hayıflananlar olmuştur…

“Ne gerek vardı sanayileşmeye, her alanda ve sektörde ileri gitmeye… Faroe Adalarının balıkçılıkta uzmanlaştığı gibi biz de özel bir dala yüklenebilirdik” diyenler bile çıkmıştır… 

Hem de üst düzeyde kişiler arasından…

Tarih, gayrimeşru ilişkilere yatkın bir alan olduğu için…

***

Türkiye’ye dönelim.

“Gençler tarih bilmiyor, merak da etmiyor” sözünü sıkça duyarız.

Gerçek payı vardır ve ciddi bir eksiklik sayılması gerekir.

Bu eksikliği gidermeye çalışalım; ama tarihe merak duyup okuyan gençlerin yanına bir “mentor” vermeyi unutmadan…

Yoksa “geçmişi güncel olaylar ve bir gelecek vizyonu ışığında inşa etme, yeniden inşa etme ve sürekli yeniden yorumlama” meşgalesinin meşruluk sınırlarını aşıp “ninemin bıyığı olsaydı”ya dönüşme ihtimali büyüktür.

Karşımıza, Mustafa Suphilerden Behice Boranlara, Kıvılcımlılara, Mahir Çayanlara, Deniz Gezmişlere uzanan soyağacına “öyle değil de böyle yapmaları gerekirdi” diye bakan kişiler çıksın istemeyiz, değil mi?