Tam da sırası

Türkiye sol hareketi, büyük ölçüde kendi “eseri” sayılabilecek bir uyumsuzluktan ya da asimetriden (adını ne koyarsanız koyun) kendini kurtarmak zorundadır.

Uyumsuzluğun özü şudur: Türkiye’nin bugünkü nesnelliği, sırasıyla, anti-kapitalist vurguları, amasız fakatsız sosyalist söylemleri, örgütlenmeyi ve mücadeleyi dayatırken, sol bunları nedense “azamici” bulmakta, kendini daha çok demokrasi ve demokratikleşme ağırlıklı söylem ve taleplerle sınırlayarak başkaları arasında silikleşmektedir.

“Tarihsel” boyutlarına da değinerek özetlemeye çalışalım.

***

Dünya kapitalizmi, tarihi boyunca iki ayrı dönemde şapkasından iki büyük tavşan çıkarmıştır.

Kapitalizmin, işçi sınıfı hareketi karşısında kendini yeniden üretmesine yarayan bu tavşanların ilki, 19. yüzyıl sonlarında “genel oy hakkı” ve “seçimler” olarak zuhur etmiştir. Evet, sınıf mücadelelerinin de “payı” vardır; ancak, son döneminde (1895) Engels’i bile kimi aşırı beklentilere yöneltecek kadar işe yarayan bir tavşan olduğunu kabul etmek zorundayız.

İkinci büyük tavşan ise, II Dünya Savaşı’nın ardından devreye sokulup “Keynesçi model” adıyla da bilinen “refah devleti” ve bölüşüm politikalarıdır. 1970’lere kadar devam etmiştir.

***

Bugün yapılabilecek temel tespit ise şudur: Kapitalizmin, emeği doğrudan karşıya alan, emek cephesinin tarihsel kazanımlarını kırpıp sonunda asgariye indirmeyi hedefleyen bir birikim/yeniden üretim modeli dışında başka bir şansı yoktur. Yani bugünkü model dışında bir alternatifi, şapkasından çıkarabileceği yeni bir tavşanı bulunmamaktadır. Yapabileceği, bu son modeli ama “hepimiz aynı gemideyiz”, “sosyal diyalog” vb. edebiyatıyla, ama yukarıdan daha sert baskılarla “aşağıdakilere” kabul ettirmektir.

Bugün dünya bu noktadadır.

***

Türkiye, pek çok açıdan “daha fazla” bu noktadadır.

Sınıfın kendisi çok ciddi bir saldırı altındadır; bu arada, okkanın özellikle altında kalanlar olarak kadınlardan ve gençlerden söz edilmektedir; özgürlük, eşitlik ve adalet denmektedir.

Ve AKP iktidarının bunların hepsine düşman olduğu ilan edilmektedir…

İyi güzel de, “demokrasi” ve “demokratikleşme” nasıl oluyor da gündemdeki tüm bu sorunları çözecek, mevcut özlem, arayış ve talepleri karşılayacak başlıca mecra sayılıyor ve hep oraya işaret ediliyor?

İşte bunu anlamak pek mümkün görünmüyor.

Evet, pek mümkün görünmüyor; ama hiç olmazsa biraz çaba sarf edelim.

***

Akla iki neden ya da “gerekçe” geliyor.

Birincisi: Sosyalist cenahta kimi kesimler kapitalizmin cepheden karşıya alınmasını, doğrudan sosyalist propagandayı, kimi sorunların neden ancak sosyalizmle köklü biçimde çözülebileceğinin anlatılmasını ve bunun gibi “doğrudan” mücadele kanallarının kullanılmasını, galiba ancak sosyalist bir devrimin ve iktidarın eli kulağındayken yapılması gereken işler olarak görüyor. 

İkincisi ise ilkinin bir türevidir ve mantık şöyle işler: “Biz sosyalist özne olarak kendimizi kurarız, sosyalist kimliğimizi açık açık söyleriz; nitekim programımızda da bu yazar. Bu arada kendi çapımızda örgütleniriz de. Gelgelelim, Türkiye’de “güncel siyaset” başka gündemlerle, başka başlıklarda, daha yakıcı sorunlar üzerinden yürür. Biz de sosyalist kimliğimiz saklı kalmak üzere bu gündemlerde güncel politika yaparız…”

***

Akla gelen gerekçelerden her ikisi de ciddi bir eleştiriyi hak etmektedir.

Birincisi: Belki “indirgemecilik” yaftasından çekinildiği için, belki de siyaset alanının “daha dolaylı belirlenmiş” ve “iradeciliğe açık” oluşu abartıldığından, şu demokrasi ve demokratikleşme denilen şeylerin verili üretim tarzı ve onun birikim modeliyle sanıldığından daha fazla belirlenmiş olduğu unutulmaktadır. Oysa başta Türkiye’deki olmak üzere kapitalizm, de jure (hukuken, yasal olarak)  tanıdıklarını de facto (fiilen)  geçersiz kılmasını iyi öğrenmiştir.

İkincisi: Ne kadar elverişli olursa olsun hiçbir özel süreç ya da konjonktür, belirli bir ölçeğin altında kalan, hadi ölçeği geçtik kendi ayrı siyaset alanını kuramamış, henüz bir odak oluşturamamış bir sosyalist hareketi alıp daha önce bulunduğu konumdan çok ötelere uçuramaz. 

Üçüncüsü: Belirli bir ölçeği tutturamamış, hadi ölçeği geçtik kendi ayrı siyaset alanını kuramamış, henüz bir odak oluşturamamış sosyalist hareket, özel uğraklarda (herhangi bir seçim, referandum, önemli bir siyasal karar vb.) başka özneleri etkileyemez, şu ya da bu yöne “ittiremez” ya da onların gözünde çekim merkezi olamaz.   

O zaman sonuca gelip bitirelim: Eğer 2010 referandumundan günümüze kadar olan dönem, Haziran Direnişi ve seçimler dâhil olmak üzere bu ülkede geniş bir kesimin arayış içinde olduğunu gösteriyorsa, en başta yapılması gereken iş, “Devrime, iktidara daha ne kadar var?” sorusunu bir kenara bırakıp bu ülkede ciddi bir sosyalist merkez ya da odak oluşturmaktadır.

Bu arada demokrasicilerin ve demokratikleşmecilerin kızması da hiç gerekmiyor: Şu demokratikleşme süreçleri sosyalistler kendi odaklarını kurmaya koyuldular diye sekteye uğrayacak değil ya?