Neymiş, birileri itici, dışlayıcı, kutuplaştırıcı dil kullanıyormuş da böyle yapmamak, karşılıklı saygı ve hoşgörünün kucaklayıcı dilini kullanmak gerekiyormuş…
Oldu…
Kuşkusuz, siyaset söz konusu olduğunda arsızca saldırgan, görgüsüz bir dilin kabul edilebileceğini söylemiyoruz. İtirazımız iki noktada. Birincisi: Toplumda mevcut gerilimlerin salt dil aracılığıyla yaratıldığını düşünmek pek doğru değildir. İkincisi: Türkiye’de yerleşik iktidarın yerini bir başka partiye terk ettiği 1950 yılından bu yana iktidar-muhalefet çekişmesi hiçbir dönemde dil konusunda özenli, “medeni” ya da “kucaklayıcı” özellikler taşımamıştır.
Bu iki itirazın ardından, bir noktayı kabul ediyoruz: Sert ve saldırgan dilin geçmişteki örneklerinde hedef tahtasına partiler ve liderler yerleştirilir, “halka” ya da “seçmene” pek dokunulmazdı. Özellikle son on yılın özelliği ise, rejimin saldırılarının rakip siyasal partileri aşarak onlara oy veren seçmeni de “zihniyetiyle”, eğilimleriyle, ahlakıyla ve yaşam tarzıyla zaman zaman örtük zaman zaman da açık biçimde hedef almaya başlamasıdır.
Bizce “nüans” değil önemli bir farklılık, bir ayrım noktasıdır.
***
Bu ayrım noktası, mevcut rejimin, doğrudan bunu istiyor ve hedefliyor olmasa bile “iç savaş” motifini bir tehdit, caydırma ve ikna aracı olarak sürekli gündemde tutma niyetine işaret etmektedir. Başka bir deyişle rejim, bu motifin şüyuunun vukuundan daha işlevli olduğunu düşünmektedir. Bu durumda, muhalefet partilerini aşıp yurttaşa da yönelen saldırgan dilin “harekete hazır” kesimler için bir konsolidasyon, göze kestirilen hedef kesimler içinse caydırma/sindirme amaçlı kullanıldığını söylemek mümkün görünüyor.
İç savaş?
Bizde “iç savaş” dendiğinde akla önce İspanya (1936-1939); sonra da Yunanistan (1946-1949) gelir. Aslında ikisini de merkezi bir öğe olarak İkinci Dünya Savaşı bağlamına yerleştirmek, ilkini bu savaşın proloğu ikincisini ise epiloğu olarak görmek yerinde olur. Örnekleri, ek açıklık için verdik: Türkiye açısından sözünü ettiğimiz iç savaş, bugünkü dünya ölçeğinde özel bir bağlama oturmadığı gibi ne İspanya’daki ne de Yunanistan’daki ön birikime sahiptir.
Yani Türkiye’de bugünkü ortam ve koşullarda yukarıda örneklenen ülkelerde olduğu gibi bir iç savaş “çıkmaz.” Biri istedi diye “çıkarılamaz” da; ama bugünkü siyasal akıl ve hesapların bir yerinde kendine yer bulur ve çok amaçlı olarak kullanılır.
O zaman tekrarlıyoruz: İç savaş motifi, şüyuunun vukuundan daha işlevli olması istenen bir konsolidasyon ve caydırma aracıdır. İşin konsolidasyon kısmının örneklerini Sedat Peker ve benzerleri zaten vermektedir; sindirme kısmının örnekleri ise 2013 Gezi Direnişinden (“yüzde 50’yi zor tutuyorum”) bu yana gündemdedir ve en belirgini de 24 Haziran 2018 gecesi yaşananlardır.
Bu söylenenler, AKP’nin kendi başına yüzde 30-35 (MHP ile birlikte yüzde 40-45) sınırına doğru gerilemesi halinde kimilerinin “çılgınlık” diyeceği şeyler yapabileceğine işaret etmektedir. Şimdilik şüyuu daha işlevli görünen motifin muhtemel vukuuna ilişkin mesajlar veren ve “caydırıcı” olması beklenen kimi daha sert girişimler de dâhil…
***
Peki, bir tehdit, şantaj, caydırma ve sindirme aracı olarak iç savaş motifi bundan sonra da tutar mı?
Bu konuda kesin konuşmak mümkün görünmüyor. 24 Haziran 2018 gecesi “adam kazandı” deyip işin içinden çıkılıyorsa, muhalefetin aydın kesimlerinde TRT2’nin kimi yayınlarından teselli bulanlar oluyorsa tuttuğu ve tutacağı söylenebilir.
Ancak, unutulmaması gereken bir başka nokta daha var: Caydırıcı olması istenen bir motifi işlevsiz kılmanın en iyi yolu, giderek aynı caydırıcılık derecesine ulaşan, ama bu kez “motif” değil gerçek olan bir halk örgütlenmesinin ortaya çıkmasıdır.
Türkiye’deki sol-sosyalist yapılanmalar kendi örgütlerini güçlendirmek için ne gerekiyorsa elbette yapsınlar; ama bugün gelinen noktada “rozetin” şart olmadığı geniş tabanlı muhalefet/direniş odaklarının ülkenin ve solun geleceğinde belirleyici rol oynayabileceğini de unutmasınlar.
Başarılabilirse, vukuu şüyuundan çok daha hayırlı olacaktır.