Çeşitli değerlendirmelerde birçok defa dile getirildi; Sedat Peker’in açıklamalarıyla birlikte tekrar gözler önüne serilen devlet-çete ilişkilerinin fotoğrafı, Susurluk döneminin neredeyse bir benzerini bugün de yaşadığımızı düşündürüyor.
Susurluk kazası sonrasında açığa çıkan karanlık aktörlerin yeniden gündeme taşınması, devlet yöneticilerinin mafya tipi çete örgütlenmeleriyle kurdukları çıkar ilişkileri ve uyuşturucu ticaretinin bizzat iktidar mensupları tarafından yürütülmeye başlanması gibi faktörler, Susurluk dönemi ile bugün yaşananlar arasındaki benzerlikleri de şüphesiz öne çıkarıyor.
Fakat öte yandan, Susurluk dönemi ve bugün karşılaştırması yapıldığında birçok benzerliğin yanı sıra, gözden kaçırılmaması gereken önemli bir fark da ortaya çıkmış durumdadır. En sevdiğimiz filmlerden birinde söylendiği gibi, “Deja-vu Matrix’te bir dalgalanmadır ve bir şeyin değiştirildiğinin habercisidir.”
Demek ki bugün, halka karşı suç işlemiş devlet yöneticilerinin, patates kadar bol analizi olan kişilere rağmen koltuklarında kaykılarak sefil bir maskaralık sergilemesinin gizleyemediği yeni gerçekler ve bir ayrım da söz konusudur.
Bu önemli ayrımı şöyle özetleyebiliriz: Susurluk süreci bir “son” inancına yaslanıyordu. Peker’in itiraflarının ve suçlamalarının ortaya çıkardığı mühim gerçek ise, kısmen daraltıcı bir ifadeyle söylersek bir başlangıca işaret ediyor. Yani, Susurluk kazasının hemen sonrasında yaşananlar, bir kapitalist devlet örgütlenmesi olarak kontrgerillanın tasfiye edildiği algısını güçlendirmeyi amaçlamış ve o yıllarda bu algıyı yaratmayı belirli ölçüde başarmıştır. Peker krizinin açığa çıkardığı ise, bugünün kontrgerilla örgütlenmesi söz konusu olduğunda ne bir “son”a işaret ediyor ne de böylesi bir sonu amaçlayan siyasal iktidar söz konusudur. Aksine, kontrgerillanın Saray Rejimi tarafından kısa süre önce yenilenerek kullanıma sokulduğu ve örgüt içi bir çıkar çatışması vesilesiyle bu hakikatin gözler önüne serildiği anlaşılıyor.
Çeyrek yüzyıl geriye dönüp Susurluk dönemini hatırlayalım. 1990’lı yıllarda devletin yasadışı faaliyetlerinin ve sol muhalefete karşı sergilediği terörün uygulayıcısı olan kontrgerilla yapılanması, mutlaka sol hareketin de büyük çabasıyla Susurluk sonrasında ilk kez yargıyla tanışmış, deşifre edilmiş, Meclis’te sorgulanmış ve kimi ikincil unsurları da cezalandırılmıştı.
Bununla birlikte, “tasfiye”, “temiz eller”, “arınma” gibi kavramlarla işletilen Susurluk sürecinde, kontrgerillanın faaliyetlerine son verildiği ve bu örgütlenmenin kullandığı yöntemlerin mahkum edildiği düşüncesi bir toplumsal kabule dönüştürülmeye çalışıldı.
Susurluk hesaplaşması, elbette gerçek anlamda kontrgerillanın bütünüyle cezalandırılması ve tasfiye edilmesi değildi. Basın üzerinden birbirine mesaj gönderen, “konuşursam yanarsın” diyerek suç ortaklarını tehdit eden, askerlik anısı anlatır gibi kirli ilişkilerini ve suçlarını anlatan, “devlet için yaptım” diyerek aklanmaya çalışan kontrgerilla unsurlarının önemli bir kısmı hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etti. Üstelik çok değil Susurluk’tan belki on yıl sonra, Mehmet Ağar, Tansu Çiller gibi kontrgerilla şefleri, AKP’nin kol kanat germesiyle siyasal alanda kendilerini yeniden var etmeyi de denediler.
Ancak tüm bunlara rağmen Susurluk süreci en özet haliyle bir “son”a işaret ediyordu.
Çünkü böyle bir sonun sınırlı ölçüde dahi olsa gerçekleşmesi ve toplumun kontrgerillanın sonunun geldiğine inanması hem dünyada yaşanan siyasal dönüşümün hem de Türkiye’de beliren gelişmelerin dayattığı bir ihtiyaçtı.
Başlangıcı NATO’nun kuruluşuna uzanan ve ilk etkili dönemi 12 Mart sonrası 1970’li yıllar olan Türkiye kontrgerillasının, 1990-1996 yılları arasında yeniden etkin biçimde kullanılmasının en önemli gerekçesi Kürt siyasal hareketinin yükselişini durdurmaktı. 1996 sonunda gerçekleşen Susurluk kazası marifetiyle Türkiye’de kontrgerillanın tasfiyesinin hızlandırılmasının ise iki önemli politik nedeni vardı: Birincisi, sosyalist bloğun çöküşüyle birlikte anti-komünist tedbirlerin azaltılması (ya da değiştirilmesi) kararıydı. İkincisi, Kürt silahlı hareketinin gerileme yaşayarak strateji değişimine gitmesi ve devletin de buna uygun yönelim belirleme gerekliliğiydi.
PKK, 1980’li yılların sonu ve 90’lı yılların başında silahlı mücadelesini büyüterek Kürt toplumunun önemli bir bölümü tarafından sahiplenilen bir örgüte dönüşmüş olsa da, 1992 yılından itibaren askeri ilerleyişini sürdürememiş ve kongrelerinde karar aldığı gibi halk ayaklanması aşamasına geçmekte başarılı olamamıştı. Sonraki yıllarda, devletin üstünlüğünün halk ayaklanması ile aşılmasının ve birleşik-sosyalist-bağımsız Kürdistan’ın artık gerçekçi olmadığını kabul eden PKK, strateji değişimine gitti ve çatışmayı siyasal çözümle formüle ederek aşmaya yöneldi.
Devlet bu yeni döneme, artık taşımakta zorlandığı ve önceki yapısıyla ihtiyaç duymadığı kontrgerilla örgütlenmesini dağıtarak yanıt verdi. Arkasında 2000’den fazla yakılmış veya boşaltılmış köy, göçe zorlanmış üç milyon Kürt, her yıl ortalama 500 faili meçhul denilen cinayet, yüz binlerce işkenceye uğratılmış insan bırakan, devlet adına uyuşturucu ticaretinin merkezine yerleşmiş ve kendi içinde çıkar çatışması yaşamaya başlayan kontrgerilla örgütlenmesi, devletin temizleyemeyeceği kadar kiri de biriktirmişti. Susurluk kazasının vesile olduğu süreç böyle bir son, bir gömlek değişimiydi.
Bu gömlek değişimi sürecinde ayrıca, devletin resmi kontrgerilla yapılanması tarafından kullanılarak bir aparata dönüştürülmüş olan Hizbullah da tasfiyeye uğratıldı. İran etkisi ve Müslüman Kardeşler ideolojisiyle 1980’li yılların başında şekillenen Hizbullah, 1990’ların başında devletle ilişkilenerek yerel bir kontrgerilla gücüne dönüştürüldü. 1991 yılında Kürt yurtseverlere karşı ilk saldırısını yapan Hizbullah, sadece 1992 yılında Kürt hareketini desteklediğini söylediği 297 kişiyi öldürdü. Susurluk sonrası resmi kontrgerilla örgütlenmesini işlevsizleştiren devlet, 2000 yılında liderini öldürüp, önemli kadrolarını tutuklayarak Hizbulkontra’yı da ciddi ölçüde zayıflattı.
Gelgelelim, Susurluk’la birlikte tasfiye edildiği söylenen kontrgerilla yöntemleri, 2000’li yılların ikinci yarısında, kısmen biçim değiştirerek ve farklı unsurlar kullanılarak AKP-Cemaat ortaklığı tarafından yeniden etkinleştirildi. “FETÖ taktikleri” olarak özetlenen yöntemleri kullanan ve birçok örnekte “Yeşil Gladio” olarak da adlandırılan AKP-Cemaat ortaklığı, 90’ların kontrgerillasının yerine bizzat devletin kurumlarını ve resmi görevlilerini koydu. Devleti tüm kurumlarıyla birlikte kontrol altına almak amacıyla hareket eden ve kontrgerilla sistematiğini bu amaç doğrultusunda devreye sokan AKP-Cemaat ittifakı, yargı-bürokrasi-güvenlik aygıtlarını kullanarak devlet içinde büyük bir tasfiyeye, toplumsal muhalefete karşı birçok suça ve Hrant Dink örneğinde olduğu gibi cinayetlere imza attı.
Ve şimdi…
Şimdi Türkiye toplumu, yeni dönem kontrgerilla yapılanmasının dışında bırakıldığı için devletin halka karşı işlediği suçları bir meydan Cicero’su neşesiyle anlatan Sedat Peker’in itiraflarının açığa çıkardığı gerçeklerle yüzleşiyor. Ve bu gerçekler, kontrgerilla örgütlenmesinin AKP-Gülen Cemaati ortaklığının bozulmasından sonra bir kez daha ve AKP iktidarında ikinci defa etkin biçimde kullanıldığı (kullanılacağı) bir döneme girdiğimizi açıkça gösteriyor.
Peki, AKP kontrgerillayı neden yeniden inşa etti ve bu defa hedefte ne var?
Bu soruya verilecek yanıt, kontrgerillanın varlığı ve devlet-çete ilişkilerinin açığa çıktığı kadar sarihtir.
Restore edilerek üçüncü kez kullanıma sokulan günümüz kontrgerilla yapılanmasının başlangıç tarihini isteyen 2015-2016 yıllarına kadar götürebilir. AKP’nin, seçimler yoluyla gerilemeye başladığı, Fethullahçı çete ile ortaklığının bozulduğu, istihbarat, yasadışı müdahale ve kontrol mekanizmalarının zaafa uğradığı, Kürt coğrafyasında ve batı metropollerinde yeniden açık katliamlara giriştiği bu yıllar, Saray Rejimi’nin geleceğini güvence altına almak için yeni kaynaklar arayışının da başlangıcı olarak görülebilir.
Ekim 2020’de yukarıdan gelen bir izinle servis edilen, 90’lı yılların kontrgerilla şefleri Mehmet Ağar, Korkut Eken, Alaattin Çakıcı, Engin Alan fotoğrafını ise yenilenmiş kontrgerillanın devlet tescilli ilanı olarak kabul edebiliriz.
Yıkılmaya başlayan Saray Rejimi’ni ayakta tutmak amacıyla güdülenmiş yeni dönem kontrgerillasının hedefinde, (sağ siyasal özneler dahil) toplumsal muhalefetin tümünün bulunduğunu ispatlayacak birçok örnek yaşanıyor. Öte yandan, devletin olanaklarını kullanarak ve uyuşturucu ticaretiyle kişisel zenginleşme motivasyonu da olan yeni dönem kontrgerillasının halka karşı her türlü suçu işleyebileceğini düşünmek için tarihsel hafızaya başvurabileceğimiz gibi, güncel birçok argümana da sahibiz.
Sosyalist hareketimizin ve toplumsal muhalefet güçlerinin, dikkate alması gereken tüm parametreler bu karanlık tabloda zaten açığa çıkmış durumdadır.
İktidar temsilcilerinin kontrgerillayla çıkar ortaklığı kurmuş olması, paramiliter savaş örgütlenmelerinin eğitim yuvası olan SADAT gibi yapıların bizzat Cumhurbaşkanlığı tarafından desteklenmesi, devlet zoruyla ve yargı eliyle halkın seçme hakkının gasp edilmesi, Hizbullah’ın bir siyasal özne olarak yeniden muteber kılınmaya çalışılması, ayyuka çıkmış suçluların korunması ve elbette Peker’in itiraflarında imlenen “bir numara” Erdoğan’ın, “Daha neler olacak neler” tehdidi… Tüm bunlar iktidarın önümüzdeki dönem yol haritasına, seçimlere nasıl müdahale edeceğine ve muhalif öznelere karşı ne tür saldırıları planlayacağına dair işaretler olarak karşımızda duruyor.